
Penceremden gördüğüm lavanta tarlalarının mor rengi, doğanın olduğu gibi uzun zamandır benim de değerli gerçeklerimden biriydi. Oysa geçmişime dönüp baktığımda görebildiğim en değerli anlar, sadece Marie ile oynadığımız zamanlardı.
Babamı hiç tanımadım.
Anlatmadılar da! Doğumumdan önce terk etmiş bizi. Annem ve teyzem ile Marsilya’ya
bir saat uzaklıktaki Avignon’un, Aramon kasabasında kadın kadına yaşıyorduk.
Gündüzleri Marie ile postanenin
önündeki meşe ağacına körebe oynamak için yaslanıyor, saklanmamı istediğinde,
kimsenin bizleri göremeyeceği Rhône nehrine akan kasabanın içinden geçen derenin
kıyısına, dikenli çalılarının arkalarına ya da onların ahırındaki kuru samanları
arasına saklanıyordum.
Beni bulmak için adım adım
yaklaşmasını, bulunca ebelemek için bana dokunmasını istiyor, değdikçe de kalbim
yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu.
Ebelenince, onu göğüslerini
kapatmayan gömleğinden, incecik bacaklarını saran eteğinden tutmayı, uzun
parmaklı ellerine değmeyi, önümde koştukça vücudundan yayılan lavanta kokusunu
koklamayı, onu ebelemişsem de kaçarken saçlarımı çekip bana değmesini, arkamdan
kolunu boynuma dolamasını diliyordum.
Bazen de onunla meydandaki ağacının
altında uzanırdık. Dalların arasından sızan akşam güneşinde uçuşan arıların çiçeklere
çarptıkça düşürdükleri polenler, Marie’nin yüzüne, göğsüne yapıştıkça geceyi
aydınlatan parlak yıldızlara dönüşüyorlardı.
Hayatımı hep o yıldızlarda onunla
yaşamayı hayal ediyordum ama o bunu hiç istemedi. Yalnız kaldığımız zamanlarda
hep kasabadan nasıl kaçacağını anlatırdı.
Hayallerinin peşinde gidecek olması
beni korkutuyordu.
Bazı geceler onlarda ya da bizde
kaldığımızda birbirimizin pijamalarını giyerdik de onunkini giydiğimde sabah
olunca hiç çıkartmak istemezdim.
Onun gözü hep yükseklerdeydi. Ağaçların
her an kırılacak en üst dallarına korkusuzca çıkar, bana hadi sen de gel, derdi.
Uzaklara, geleceğime bakacağım
diye çıktığı ağaçlardan, ucu bucağı görülmeyen üzeri masmavi gökyüzü ile kaplı
mor lavanta tarlalarına bakardı.
Düşecek, ona bir şey olacak diye
korkumdan ağlamaklı bir halde aşağıya inmesi için yalvarırdım. Hiç dinlemez, canı
ne zaman isterse o zaman inerdi aşağıya. Hem de kıkır kıkır güler, sanki sevgimle
alay ederdi.
Beni aldattığı ilk günü
unutamıyorum…
O gün Marie çıkmadı ortalığa.
Annesine de soramamıştım. Hiç ayrılmadığımızdan yalnız olduğumu kimse görmesin
diye kasabanın sokaklarında bir hayalet gibi gizli gizli dolaşmış, nehir
kenarında, gidip gelmiştim bütün bir gün.
Meğerse Marie; Albert ile onun
bisikleti arkasında, ona sarılarak Avignon’a gitmiş. Daha on yedisine yeni
girmişti ama o gün Palais de Pape’ın yanındaki Saint Pierre kilisesinde, sanki
karşılarında bir papaz varmış da onları kutsuyormuşçasına kendi kendilerine yalancıktan
evlenmişlerdi.
Döndüklerinde, Marie bana ballandıra
ballandıra neler yaptıklarını, Albert’in kendisini nasıl öpüp okşadığını anlattıkça
deliye dönmüştüm ama dudaklarımı ısırmaktan başka bir şey yapamamıştım.
Marie’yi biliyordum! Yalancıktan
evlendiği Albert ile evli kalmayacaktı. Kalamadı da…
Ben onun göğsüne yaslanmak için
can atarken o Albert ile olmuştu… Onunla bir çocuk büyütmenin hayallerini
kurarken o Albert’ten hamile bile kalmıştı. Yürütemeyeceğini bildiği evliliği
gibi, bir çocuğun kendisine engel olacağını düşünüp, hamileliğinin başında bebeğini
aldırmıştı.
On sekiz yaşına girdiğimiz ilkbaharın
son günlerinde kızlı erkekli bir okul gezisi ile Marsilya’ya gitmiştik. Kasabanın
tüm erkek çocuklarının peşinden koşması Marie’nin çok hoşuna gidiyordu.
Öğretmenimiz bizi La vie d’Adèle
adlı, bir kızın kendi cinselliğini keşfederken yaşadıklarını anlatan bir filme
götürdü. O gün çok utandım. Sanki içimdeki her şey perdeye yansımıştı.
Oysa Marie’nin gözü filmin
başrol oyuncusundaydı…
Birkaç ay sonra Marie Aramon’u
terk etti.
Gittikten sonra pembeleşen
yanaklarımı şişirmiş, somurtarak günlerce oturmuştum o körebe oynadığımız
meşenin altında.
Ona kızgın değilim.
Yıllar sonra, Les étoiles en Cannes
dergisinin baş sayfasında istediklerini elde etmiş bir fotoğrafını gördüğümde, sperm bankasından aldığım spermlerle hamile kalıp doğurduğum oğlum
Julien, arkadaşları ile körebe oynuyor, Aramon’un mor lavanta tarlalarında
saklanıyordu.
Hakan ERSAVAŞTI / Haziran 2020