Her şey olması gereken sırasıyla oluyor

Mavi sıcaktır



On altıma geldiğimde kendimi ve bedenimi tanımaya başladıkça, geceleri onu düşlerimde daha sık görmeye başlamıştım.
Penceremden gördüğüm lavanta tarlalarının mor rengi, doğanın olduğu gibi uzun zamandır benim de değerli gerçeklerimden biriydi. Oysa geçmişime dönüp baktığımda görebildiğim en değerli anlar, sadece Marie ile oynadığımız zamanlardı.
Babamı hiç tanımadım. Anlatmadılar da! Doğumumdan önce terk etmiş bizi. Annem ve teyzem ile Marsilya’ya bir saat uzaklıktaki Avignon’un, Aramon kasabasında kadın kadına yaşıyorduk.
Gündüzleri Marie ile postanenin önündeki meşe ağacına körebe oynamak için yaslanıyor, saklanmamı istediğinde, kimsenin bizleri göremeyeceği Rhône nehrine akan kasabanın içinden geçen derenin kıyısına, dikenli çalılarının arkalarına ya da onların ahırındaki kuru samanları arasına saklanıyordum.
Beni bulmak için adım adım yaklaşmasını, bulunca ebelemek için bana dokunmasını istiyor, değdikçe de kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu.
Ebelenince, onu göğüslerini kapatmayan gömleğinden, incecik bacaklarını saran eteğinden tutmayı, uzun parmaklı ellerine değmeyi, önümde koştukça vücudundan yayılan lavanta kokusunu koklamayı, onu ebelemişsem de kaçarken saçlarımı çekip bana değmesini, arkamdan kolunu boynuma dolamasını diliyordum.
Bazen de onunla meydandaki ağacının altında uzanırdık. Dalların arasından sızan akşam güneşinde uçuşan arıların çiçeklere çarptıkça düşürdükleri polenler, Marie’nin yüzüne, göğsüne yapıştıkça geceyi aydınlatan parlak yıldızlara dönüşüyorlardı.
Hayatımı hep o yıldızlarda onunla yaşamayı hayal ediyordum ama o bunu hiç istemedi. Yalnız kaldığımız zamanlarda hep kasabadan nasıl kaçacağını anlatırdı.
Hayallerinin peşinde gidecek olması beni korkutuyordu.
Bazı geceler onlarda ya da bizde kaldığımızda birbirimizin pijamalarını giyerdik de onunkini giydiğimde sabah olunca hiç çıkartmak istemezdim.
Onun gözü hep yükseklerdeydi. Ağaçların her an kırılacak en üst dallarına korkusuzca çıkar, bana hadi sen de gel, derdi.
Uzaklara, geleceğime bakacağım diye çıktığı ağaçlardan, ucu bucağı görülmeyen üzeri masmavi gökyüzü ile kaplı mor lavanta tarlalarına bakardı.
Düşecek, ona bir şey olacak diye korkumdan ağlamaklı bir halde aşağıya inmesi için yalvarırdım. Hiç dinlemez, canı ne zaman isterse o zaman inerdi aşağıya. Hem de kıkır kıkır güler, sanki sevgimle alay ederdi.
Beni aldattığı ilk günü unutamıyorum…
O gün Marie çıkmadı ortalığa. Annesine de soramamıştım. Hiç ayrılmadığımızdan yalnız olduğumu kimse görmesin diye kasabanın sokaklarında bir hayalet gibi gizli gizli dolaşmış, nehir kenarında, gidip gelmiştim bütün bir gün.
Meğerse Marie; Albert ile onun bisikleti arkasında, ona sarılarak Avignon’a gitmiş. Daha on yedisine yeni girmişti ama o gün Palais de Pape’ın yanındaki Saint Pierre kilisesinde, sanki karşılarında bir papaz varmış da onları kutsuyormuşçasına kendi kendilerine yalancıktan evlenmişlerdi.
Döndüklerinde, Marie bana ballandıra ballandıra neler yaptıklarını, Albert’in kendisini nasıl öpüp okşadığını anlattıkça deliye dönmüştüm ama dudaklarımı ısırmaktan başka bir şey yapamamıştım.
Marie’yi biliyordum! Yalancıktan evlendiği Albert ile evli kalmayacaktı. Kalamadı da…
Ben onun göğsüne yaslanmak için can atarken o Albert ile olmuştu… Onunla bir çocuk büyütmenin hayallerini kurarken o Albert’ten hamile bile kalmıştı. Yürütemeyeceğini bildiği evliliği gibi, bir çocuğun kendisine engel olacağını düşünüp, hamileliğinin başında bebeğini aldırmıştı.
On sekiz yaşına girdiğimiz ilkbaharın son günlerinde kızlı erkekli bir okul gezisi ile Marsilya’ya gitmiştik. Kasabanın tüm erkek çocuklarının peşinden koşması Marie’nin çok hoşuna gidiyordu.
Öğretmenimiz bizi La vie d’Adèle adlı, bir kızın kendi cinselliğini keşfederken yaşadıklarını anlatan bir filme götürdü. O gün çok utandım. Sanki içimdeki her şey perdeye yansımıştı.
Oysa Marie’nin gözü filmin başrol oyuncusundaydı…
Birkaç ay sonra Marie Aramon’u terk etti.
Gittikten sonra pembeleşen yanaklarımı şişirmiş, somurtarak günlerce oturmuştum o körebe oynadığımız meşenin altında.
Ona kızgın değilim.
Yıllar sonra, Les étoiles en Cannes dergisinin baş sayfasında istediklerini elde etmiş bir fotoğrafını gördüğümde, sperm bankasından aldığım spermlerle hamile kalıp doğurduğum oğlum Julien, arkadaşları ile körebe oynuyor, Aramon’un mor lavanta tarlalarında saklanıyordu.


Hakan ERSAVAŞTI / Haziran 2020