Her şey olması gereken sırasıyla oluyor

Benim Benl'erim

Anamın karnını terk ederken konforumu kaybetmiş, daha o ilk nefesimde başlayan mutluluk arayışlarımda yaşam kaygılarımı da edinmiştim.
Yatak odam boydan boya halı kaplı. Öbek öbek oluşmuş sarı lekeleri görmezseniz rengi de gri.
Saçlarım sırılsıklam, yastığım ıslak. Yorganım da yüzüme yapışıyor. Hem üşüyorum, hem de terliyorum geceleri.
Kalkmak içimden gelmiyor bu sabah. Uyandığımı ona hissettirmek istemiyorum.
Akşam onunla oynaşarak odama çekilmiştim. Ben istemedikçe yatak odama girmemeyi öğrendi ama gene de kapı eşiğinde vücudunun yarısı içeride yarısı dışarıda yatıyor.
Gece hiç uyumak istemedi. Odalar arası gidip geldi.
Dün akşam eve biraz geç geldiğimden o saate kadar kapıda beklemiş. Bana az kırgın gibi. Bu yüzden beni de uyutmak istemedi.
Hep böyle yapardı. Bazen eve geldiğimde anahtarı deliğe sokar, açarmışım gibi yapardım da açmazdım. Benim kapı arkasında olduğumu bilir, tırmalardı kapıyı bir an önce açayım diye.
Dün sabah evden çıkmadan yaptırmıştım çişini.
Yatak odamdaki sarı lekelere aldanmayın. Eve yapmaz!
Gene yapmamıştı hiç bir yere. Sıkışınca işediğinden değil, yatak odama girdiğinde sevincinden altına kaçırmasından oluştu o lekeler.
Bu sabah güneşli, hava sıcak olacak gibi.
Ev ise soğuk. Dedim ya gece üşüyorum diye. Kimse yaşamıyor evde. Var olan eşyalarım da evi ısıtmıyor.
Lucky bu sabah beni dinlemedi.
Yatağın ayakucuna patilerini dayayıp yorganın altından dışarı çıkmış ayaklarımı yalamaya başlayınca uyanıyorum.
Gözlerimi açmadan neredeyim, neler yaşıyorum diye bir an düşünüyorum.
Sessizce ıslak parmağımı yatağın uçunda çarşafa silerek ayağımı yorganın içine çekiyorum. Çok değil, üç saniye sonra yan tarafa gelip suratıma baktığını hissediyorum.
Gözlerim kapalı. Açmamı bekliyor.
Biliyorum, gözlerime bakıp, yatağa çıkmasına izin verecek miyim diye merak ediyor. Yüzümü görmek istiyor.
Ruhumu kapatamıyorum ona karşı. Göz bebeklerimin boyutuna, parlaklığına, ıslaklığına bakıp her duygumu anlıyor.
Çok kızıyorum, kendi benliğimi başka bir canlının keşfetmiş olmasına. Gizliliğim kalmıyor. Kendimi koruyamıyorum. Gelecek seferde beni üzmesinler diye kimsenin beni anlamasını istemiyorum.
İçimde birkaç varlıkla yaşar haldeyim. Bir bunları size “anlatan ben”, bir “öğretilere göre yaşayan ben”, bir de “kendini yaşayan ben”.
Birincisi hepsi ile iyi de, diğer ikisi sürekli kavga halindeler. Ben, her iki ben’imi de kabul ediyorum. Ama birisi kendi başına özgürce yaşarken diğeri öğretilerle yaşadığı hayatında özgür ben’e hükmedemiyor olmasını kabul edemiyor.
Aynı Karımla Ben gibi.
Karım evi bana bırakıp gideli neredeyse altı ay oluyor. Tek başımayım ama yalnız değilim. Köpeğim var diye söylemiyorum, bir de dertlerim var kendi kendime edindiğim.
Bazen de yaralarımı iyileştirmeye çalışan sevinçlerim oluyor.
Sordu “Gideyim mi?” diye. Yok, köpeğim değil, Karım. “Sen bilirsin.” dedim. O da içimden.
Gitti…
Ben dediğim için mi, yoksa sesli demediğim için mi bilmiyorum.
Nefesi burnuma kadar geliyor. Yok, karımın değil, Köpeğimin.
Lucky’nin o ıslak burnu neredeyse benim burnuma değecek. Kafamı yatağın diğer tarafına çeviriyorum, dönüp o tarafa geliyor.
Göz kapaklarımı daha da kısıyorum. Nefes alış verişi hızlanıyor. Daha da heyecanlanıyor.
Biliyor uyandığımı. Göz bebeklerimi görmek istiyor.
Yatak içinde cenin halini alıyorum. Ufalıp anamın rahmine girmek, oradan çıkmak istemiyorum.
Orası, burası gibi soğuk değildi.
Ama ana rahminden çıkarken, karşılıklı olarak birbirimize çektirdiğimiz acıları anımsıyorum…
İnsan güven içinde yaşadığı anları kolay unutuyor da yaşadığı acılarını asla unutamıyor.
Bi karımla evlendiğimiz o düğün gecesini, bir de onunla beraber olduğum o ilk geceyi hatırlıyorum.
Her ikisinde de annemin yüzü gelmişti gözlerimin önüne. Onu bir kere daha terk etmemin acısını hatırlıyorum. Sanki o geceler, bir kere daha ana rahminden kopar iken çektiğim acılar gibiydi.
Doğumumda çekilen acıların açtığı yaraları olsa olsa gerçek sevgiler iyileştirebilirdi.
Oysa şimdi evde yemek bile yok…
Zaten odada perde de yok. Perdeli evleri hiç sevmem. Yattığım yerden gökyüzünü, kalktığımda da sokağı göremiyorum.
Karım beni terk ettiği gün söküp atmıştım perdeleri. O gün bugün evin içi ışıl ışıl.
Herkes evin içini görebiliyor. Ama benim içimi değil.
Karnım gurulduyor. Acaba, diyorum. “Bu sabah kahvaltı niyetine Lucky’nin etli konservelerinden yiyebilir miyim?” Ne de olsa dana etinden yapılıyor. Isıtıp, hatta az kızartıp yerim, diye cevap veriyorum benliğimin diğer kısmına. Sonra vaz geçiyorum, sabah sabah kızartma et, iyi olmaz diye.
Lucky birden yatağa sıçrıyor. Yorganı dişleriyle çekiyor. Ben onu unutmuştum…
Yorganın içinde kıvrık halimde, daldığım hayal âleminden gerçek olduğuna inandırılmış dünyama dönüyorum.
Bugün Cuma ve hala bir işe sahibim.
Kaybetmeden gitmeliyim diyorum da tekrar suratımı yastığa kapatıyorum, görmesin gözlerimi diye.
Şimdi tekrar nefes alış verişini kulaklarımda hissediyorum.
Kızacağım…
Bir hışımla kalkıyorum. Gözlerim kapalı. “Çabuk çık dışarıya!” diye bağırıyorum.
Yalan söylediğimi anlıyor. Çıkmasını değil, daha çok kendisi ile oynamak istediğimi biliyor.
Yorganın altına giriyor.
Ayaklarımın arasında dolanıyor.
Yatak tüy oldu gene.
Offf Lucky. Bıktım senden!” deyince, bırakıyor ayaklarımı yalamayı.
Çıkmıyor yorganın altından. Ayak başparmağımı ısırıyor. Oyun yapıyor. İstemeden de olsa sivri dişleri etime batıyor.
Acıdı…
Neyse ki açtığı yaraya sevgisi dolar diye içim rahat.
Gene de hızlıca içeri çekiyorum ayaklarımı. Acının ileri de sevgi ile kaplanması güzel de, geleceğe dair bir öğreti bırakması hoş değil.
Bir sonraki seferde yatağa çıkıp ayağımı ısıracağını bilmek, istemediğim bir bilgi.
Bilmeseydim eğer, gelecekte yatağa çıkmasına izin verir, tekrar ayak parmağımı ısırmasına katlanırdım. Sonra da açılan yarada bir sevginin doğmasına izin verirdim. Oysa şimdi…
Saat sekiz buçuk olmak üzere. Dokuz buçukta toplantım var. Gözlerimi açmadan tuvalete giriyorum. Geri döneceğimi, yatağa girip tekrar onunla yatacağımı zannettiğinden peşimden gelmiyor.
Gözlerim hala kapalı.
Açarsam anlar, çözer beni.
Açarsam gözlerimi, enerjim yanına gider, bilir her iç düşüncemi.
Saklamak istiyorum hislerimi. Kıskanıyorum onları. Sadece bana ait onlar. Başkalarına göstermekten nefret ediyorum.
Giyinip kapıya yöneliyorum. Birlikte kahvaltı yapmasak da, bari tuvaletini yaptırayım diye kapıyı açıyorum.
Yataktan başka türlü çıkartamayacağım nasıl olsa.
Kapıyı açar açmaz fırlıyor sokağa. Beklemedi arkasından geleyim diye. Çimenlik alana çıkar çıkmaz işedi. Rahatladı. Sonra da başladı ayaklarımın arasında dolanmaya.
Etrafımda iki tur atınca bahçede koşar adım karşı eve gidip geri geliyor. Kapısına gidip varlığını hissettirmek sevgisini vermek istiyor.
Bana göre karşı ev komşumu kızdırmayı seviyor. Teyzenin dini imanı kuvvetli gibi.
“Gibi” dedim. Bildiğimden değil, Lucky’den şikâyetçi olduğundan...
Her gördüğünde evde köpek beslenmez diyor. Gündüzleri havlıyor mu diye soruyorum “Hayır ama evde olması Günah.” diyor. Benim günahımla bu kadar ilgilenmesine pek aklım yatmıyor. Dua ettiği Tanrısının da kendi yarattığı canlıları ayırarak sevebileceğine de…
Sadece benim içimi merak ediyor. Köpeğimin tüm gün yalnız kaldığı evdeki hislerini sormuyor bile.
Akşam yatmadan önce okuduğum kitapta geçiyordu. “Acı nedir?” diye. Gece bir de bunu düşünmeye başladım. Sanki bir çeşit kezzap gibi geldi. Bir yere dökülünce açtığı yara gibi, acı da değdiği yerde önce bir çukur oluşturuyor sonra da içi hiçlikle doluyken üzeri kabuk bağlıyor.
Önce “acı” iyi mi kötü mü diye sorular sorayım belki arkasından bir şeyler bulurum derken odamın bir köşesinde uyumadan önce ninni dinler gibi her gece açık bıraktığım televizyonda bir çocuk programıyla irkiliyorum.
Efendim; “Acı, yaşamda karşılaştığımız tehlikelerden ders alıp bilincimizde hızlı bir şekilde değerlendirip vücudumuzu korumaya geçirme mekanizmasıymış! Çocuk elini sobaya değdirince eli yanıyor ya da eline bir diken batınca parmağında bir acı hissediyor ve hemen elini çekiyormuş.”
“-muş” diyorum. Televizyonda öyle dedikleri için. Benim için değil.
Ben hep tekrar ettiriyorum o acıları, aynı hayatımın tüm döngüleri gibi. Önce boşluk dolu çukurlar oluşturuyorum sonra da ileri de içine sevgi girsin diye kabuklarla kaplanmasını bekliyorum.
Televizyonda sesler gelmeye devam ediyor. Acı, öğrenilebilen bir şeymiş.
Acı bir fren sesi duyuyorum. Bir de “vıyk” diye bir ses.
Tanrım! Lucky ezildi…
Dönüp arkama, karşı kapıdaki başörtülü Teyzeye bakıyorum. Acaba mutlu, sevinçli mi diye. Değil!
Bu güne kadar acısı oluşmamış ki mutluluk sevgisi içine dolsun.
Arabanın yanına gidiyorum. Şoför inmiş arabadan, çarpınca iki metre ileriye fırlamış köpeğimin yanına gidiyor.
Eliyle başını, sırtını, karnını okşuyor...
-  Birden karşıma çıktı, diyor bana bakarak.
Veterinerim, hemen muayenehame götürelim diyor, kucağına alıp arabasına koyuyor. Ben de arka koltukta Lucky’nin yanına oturuyorum.
Konuşmadan gidiyoruz yolu.
…gözlerine bakamıyorum, içim titriyor, midem buruluyor, kaygılarım endişeye dönüşüyor, korkularım da hücremin demir parmaklarına, bugüne kadar onu evde yalnız bıraktığım, sabah yatakta “senden bıktım” dediğim için kendimi bir hapishane gardiyanına benzetiyorum, şimdi de onun ölümüne neden oldum diye bir katile; hem gardiyanım hem de katil, aynı içimdeki sıkışmış “ben” gibi yaşadığım dünya kendi kendime oluşturduğum hapishanem, istediğimde çıkamayacağım evrende bir yer, ancak beni yaratanın düşüncesi ile terk edebileceğim bir hapishane, o büyük sonsuz evrene döneceğim zamanı merak ediyorum, Lucky’ye bakamıyorum, onun bu hapishaneyi terk edip gidecek olmasına beni yalnız bırakacak olmasına bozuldum, biraz bir şeyler söylese oralardan diye gözlerine bakmak istiyorum ama bu güne kadar ben ona gözlerimi göstermek istemediğim gibi şimdi o gözlerini kapamış bana kendisini göstermek istemiyor, acaba sevgisini nereye bırakacak giderken, yanında mı götürecek yoksa bana bırakır mı, bensiz ne yapacak ki orada tek başına, belki başka bir ben bulur, benim içimdeki diğer ben’i bulur, ona bırakır sevgisini…
Şoför duruyor bir binanın önünde. Arabayı yolun ortasına bırakıp iniyoruz. Muayenehaneye girer girmez iyodoform kokusu genzimi yakıyor. Veteriner Lucky’yi muayene masasına yatırıyor, ağzını açıyor, kontrol ediyor. Önce sırtını sonra karnını stetoskopla dinliyor.
Duruyor. Sanki çarpan suçlu benmişim gibi bana dönüp dik dik bakıyor
-  Köpeğiniz hamileymiş diyor.
Cevap vermiyorum. Beden dilimi kullanmak istemiyorum.
-  Ölmüş. Ölmüşler.
Lucky’yi kucağıma alıp çıkıyorum veterinerden.
Babamı arıyorum. Açıyor telefonu.
-  Baba Lucky öldü.
-  Nasıl?
-  Araba çarptı. Ben gömmeye Silivri’ye gidiyorum.
-  Beni de alır mısın?
-  Tamam, meydana çık, on beş dakika sonra oradayım.
Ufak bir çukur kazıyorum bahçenin önüne.
Acı çukuru… İçine Sevgiyi, Sevgili Lucky’yi koyuyorum, bebeği ile. Bu ev olduğu sürece bizimle yaşasın, yaşasınlar diye.
Kuru toprağının üzerini düzlüyorum mezar olduğu anlaşılmasın, kimse bilmesin diye.
Babama dönüp;
-  Ben boşanıyorum, derken içim acıyor.
-  İyi, diyor.
Lucky’nin mezarına, yere bakıyoruz ikimizde.
-  Yüreğin acıyorsa, kocaman bir yara olduysa orada, daha güzel sevinçler dolacaktır, diyor.
Aynı; çocuğunu doğuran annenin çektiği acıların açtığı çukura dünyanın tüm sevgileri sığdığı gibi.
Lucky bu acıyı çekemeden öldü.
Acısını çekmek bana kaldı. Açtığı derin yaraya da dünyanın sevgilerinin dolmasını bekliyorum

Mayıs 1997