Panjurların bir yerlerinden “yiuvvv, yiuvvv” diye gelip geçen gelen rüzgâr sesleri odaya doluyor. Pencerenin iki yanında toplanmış fon perdelerini sallandırdığı yetmiyormuş gibi, uğultusu vücudumu da titretiyor. Dün gece bu gürültüler yüzünden sabaha kadar sık sık uyandım.
Gözlerimi zor açıyorum. Pencerenin önüne kadar uzanmış, rüzgârın etkisiyle sallanan çınar ağacının dallarıyla göz göze geldiğimde, diğer sabahlarda yaşadığım gibi birazdan kapılacağım huzursuzluğa rağmen gülümsüyorum.
Gözlerimi zor açıyorum. Pencerenin önüne kadar uzanmış, rüzgârın etkisiyle sallanan çınar ağacının dallarıyla göz göze geldiğimde, diğer sabahlarda yaşadığım gibi birazdan kapılacağım huzursuzluğa rağmen gülümsüyorum.
Evi eşyalı olarak kiralık tutmuştum. Yatağı kapı arkasına koymuşlar. Uyandığımda kapı ile duvar arasında kaldığımdan kendimi zindanda zannediyordum. Yatağı pencerenin yanına çektim de şimdi de sabahları sol tarafımdan kalkmak zorunda olduğumdan sıkıntılıyım. Hala şu kapalı yerde kalma fobim yenemedim.
Artık, yataktan sola dönerek kalkmamak için sabahları uyandığımda önce bir doğruluyor sonra sağa dönüyorum. Kendime kalktığımı kabul ettirdikten sonra ayaklarımı dizlerimden kırıp göğsüme çekerek, sola dönüyor ve tüm gece ceset gibi üzerime yığılmış yorganı ayakucumda yumak olacak şekilde ittiriyorum.
Sabahları ter içinde uyanmalarım arttı. Başucumda, bir tabure üzerinde teneke bir tepsiye koyduğum peçetelerden bir tanesini çekip alıyor, anlımdaki terleri siliyor, burnumu temizliyorum.
Oda hala karanlık. Terliklerimin biri olması gerektiği yerde değil. Uzaklaşmış... Onları geceden yatağın ortasına gelen bir yere, halının üstüne yan yana koymuştum. Gece tuvalete gittiğimi artık sabahları pek hatırlamıyorum. Herhalde giderken belki de dönerken birisi ayağıma takılmış, taa kapı girişine gitmiş.
Uyanır uyanmaz, ağaçlardan sonra evde ilk terliklerimi görürüm. Her ikisini aynı anda gördüğümde, o günümün iyi geçeceğini düşünürüm.
Bu sabah yan yana değillerdi... Yataktan kalkarken terliklerimi her görmediğimde yaptığım gibi, gözlerimi kapatıyor, onların bu ayrılmış hallerini görmemiş farz ediyor, gece uykumda yaptığım gibi kendimi uyur hale getiriyor, uzaktaki terliği alıp, kardeşinin yanına koyuyor, yatağa tekrar girip, kalkmadan önceki gibi dizlerim göğsüme yapışmış halime dönüp gözlerimi açıyorum. Terliklerime bakıp, ikisinin birden görünce onlardan bir “Günaydın” alarak yataktan çıkıyorum.
Ben kalkar kalkmaz, kuşlarımın "cik, cak, cik, cak" diye sesleri artıyor. Bu sabah terliklerimden yana şanslı değildim de şakşak Nuriye kalkmış, tabii zevzek Nuri'yi de uyandırmıştı. Bir de onlardan birer "Günaydın" daha alıp banyoya giriyorum. Suyun sıcaklığı yeterli değil. Biraz daha açmak istediğimde fark ediyorum ki sıcak suyu vanası da, boruları da soğuk. Bu sabah yıkanabileceğim ılıklıkta su bulamadığıma göre apartmandakiler benden önce banyo yapmışlar. Galiba gece sevişenler vardı…
Suyun ılıklığı ayarlanıncaya kadar banyonun küvetinde işiyorum. Komşulardan da kendi banyosuna yapan oluyordur. Vücudumu seyrediyorum cinsel organım ile oynuyorum. Su giderine nişan alarak dışarı taşırmadan yapıyorum çişimi. Su biraz ısınınca, suyun altına giriyorum.
Neyse ki ılık suya koğuş duşlarından alışığım banyo ağası nuri abi hep soğuk suyla duş yapardı hamam suyunu ısıtmak için odunları el arabasıyla taşırdı bugün benim arabayı da tamirden almam lazım kazayı ucuz attık acemi herif neyse çok bir şey yok arabada ehliyet artık daha kolay alınıyor ben üç defa girmiştim imtihana daha düzenli terbiyeli yetişmiştik o zamanlar şimdi çocuklara bir laf söyleyince arkalarını dönüp gidiyorlar banyoda yaptıklarımı kimseye anlatamam kendimi şımartmayacak mıyım canım yapmaya çalıştığım yaramazlıklarımın da bile bir terbiye sınırı var su giderine yapmam şart sanki şeytan geliyor şeytan kendi emellerine beni alet ediyor nasılda topu başkasına atarsın korkuyorsun yok yok sınırlarımı aşmak istiyorum neden ülke sınırları var ki sınırlar dert değil sınırdan da kaçak geçmiştim su ısındı epeyce defne sabunu bitmiş keşke banyodan getirseydim nasıl olsa çok kimse kullanmıyor zaten anlamaz o puştlar Osman inşallah patlayan boru işini halletmiştir aman canım bu güne kadar ben mi düşündüm her şeyi yapar boşuna ona Kıl Osman dememişler koltuklarımın altındaki kıllara bakmam lazım uzamışlarsa kesmeliyim uzun kıllı olduğum zamanlarda başka yerlerde yaşayan başka insan oluveriyorum o ibne Salih ile az mı takıldım kıllarını yola yola karı oldu salak ona kesme, yolma sonra dönersin demiştim ama umurunda değildi döndü abisi duyacak diye çok korkardı abisini görmüştüm de adı neydi herifin ha Aydın'dı az gelip gitmemişti bizim mekâna ama namus kendi içinde değil çevresinden gelen baskı olunca aydın olması bir işe yaramadı şeytanlar dürtmüş kardeşi salihi cadde ortasında vurmuştu.
Pederden kalma havlumu belime sarıp çıkıyorum. Pederden dediysem onun değil, onun zamanından kalma... Bazen evde banyo yapmaz, üşenirim de gider banyo dediğimiz hamamda ilk yıkanan olurum.
Tıraş olmak için yüzüme sabunu her sabah ilk, sağ yanağıma sürerek yaymaya başlarım. Bu sabah, sol tarafımdan başlıyayım dedim, yüzümü kestim. Yapmamam gerektiğini kendi kendime söylemiştim ama dinletemedim ki ona.
Tıraş olunca kıllarım lavabonun her yerine yayılıyorlar. Erkek olduğumu en çok bu anda fark ediyorum. Bir yerimde bir kılın uzamış olduğunu görünce, vücudumun hala çalıştığını hissediyorum. Aslında bit gibi, pislik gibi görünen bu kıllardan iğreniyorum da yaşadığımı hissettiğimden buna katlanıyorum.
Peder ile her akşam, dedemizden kalma banyoyu güzelce yıkar, eve dönerdik. Yarı kör, yarı keskin permaşarplar ile banyoda giriş ücretine dâhil olarak verdiğimiz sabunlarla tıraş olmuş adamların kılları, mermerlerin aralarına, su giderlerin etrafına yapışmış olurdu. Onları uzun bir tahta sopanın ucuna bağladığımız iplik artıklarından öbekleştirilip de süpürge başı yaptığımız çubuk ile ittire ittire yerleri temizler, ertesi sabaha banyoyu ak-pak görmek için tertemiz bırakır eve öyle gelirdik.
Gene de her sabah geldiğinizde, gece kuruyan taşlar arasından çıkan kahverengi hamam böceklerden bir kaçının cansız bedenleri ile karşılaşırdık. Geceden temizlik yapmayalım hiç demezdik. Zira en azından sabah toparlanma işimiz kısa olurdu. Taşlar üzerinde kara-kuru Fatmalar az ise, ayakkabımla teneke küreğe ittiriverirdim. Bazen çok oluyorlardı, o zaman geceden kullandığım süpürgenin nemli bezleri ile tekrar yerleri silerdim.
Şimdi kıllar bana, sabahları temizlediğim o hamam böcekleri hatırlatırlar. Beynimde dolaşır, öz suyumu emerlerdi de, bir an önce kurtulmak, onları hayalimden atmak isterdim. Onları her gördüğümde kusmam gelir. O yüzden, nerede karşılaşacağımı bilmediğimden hep cebimde peçete taşırım.
Kuşların yemini suyunu veriyorum. Ayakkabımın önce sağını sonra solun giyiyorum. Bazen solu giyerken sağın tabanın altını katlandığını hissederim. Solu giymişsem bile çıkartır, sağı doğru düzgün, tam olarak giydiğime karar verdikten sonra sol tekini tekrar giyer ve bağlarım.
Neyse bu sabah ilk sefer de düzgün giyiyorum. Nuri ile Nuriye'yi uzaktan öpücük gönderip, kapıyı açıyorum. Önce sağ ayağım eşikten atıp, dış sahanlığa basınca solumu kaldırıyor ve sağın yanına yerleştiriyorum.
Evden çıkasıya kadar her şeyi doğru yapıyorum. Burası bana ve benim ruhuma ait. Sonra hangisi önde hangisi arkada, neyin iyi neyin kötü olduğu pek fark etmiyordu.
Otobüs gelince kimseyle itişip kakışmamak için en son biniyor, en arkaya, en az insanın olabileceği arka kapının önünde kendime yer ediniyorum. İnsanların nefesleri en az hissedebileceğim yerde durup Eminönü’ne kadar kafam yerde parlayan ayakkabılarıma bakarak geliyorum.
Lodos var bu sabah. Hava tertemiz, martılar özgürce tozsuz bir ortamda uçuşuyorlar. Başka kuşlar yok. Dayanamıyor, uçamıyorlar bu rüzgârda. Saklanmışlar çatı aralarına. Yolda, kitap, dergi okuyanlara şaşırıyorum. O okudukları şeylerden ne zevk alıyorlar acaba?
Yağmur yok daha. Otobüsten inerken adamın biri beni itekleyince yerde öbekleşmiş çamurlu bir su birikintisine dalıyorum. Sağ pabucumun önü çamur oluyor. Hemen cebimden çıkardığım peçete ile silerek temizliyorum. Neyse ki yine pırıl pırıl parlıyor.
Pırıltı gözümü karartıyor; çınar yaprağına çamur sarıp dolma diye yedirmiştik çocuğun adı aklıma gelmedi annem çok kızmıştı yaptığımızı anlattığımda gidip özür dilemiştim haftalıklarımdan arttırdıklarım ile bir şişe gazoz ısmarlamıştım gazozlardan başka içecek yoktu bir keresinde ayran yapıp satmıştık sokak başında iyi para kazanıp bir sürü maytap kız kaçıran almıştık hale teyze çok korkuyordu maytaptan hep onun penceresi önünde patlatırdık salihi nereye gömdüler acaba mezarı var mıdır yoktur belki de dirisini istemediler ki ölüsünü ne yapacaklar mezar taşı bile yoktur olsa ne yazılır ki samatyalı büyük dönme salih beh beh esere bak be tüm insanlığı anlatıyor kimsesizler mezarlığında altında üstünde onlarca ceset ile otobüse tıkışmış gibi yatıyordur sağlıksız bir yatış tabutuna başına ne koymuşlardır havlu mu başörtüsü mü yok yok kesin boş gitmiştir ulan ölünce bile rahat yok a...koduğumun dünyasında.
Rüzgârdan savrulan martılardan birisi inat yaparcasına omzuma pisliyor. Daha şimdi ayakkabılarımı temizlemişken bir beyaz kuşun montuna sıçmasını sinirleniyorum. Bu halde de mekâna gitmek istemiyorum. Kadıköy’e kalkan vapur iskelesinin saçakların altına girip montunu çıkartıyor ve evden çıkarken pantolonumun cebine koyduğum peçete ile pisliği temizliyorum.
Montun omuz kısmına yayılan martının bokunu silerken elime bulaşıyor. Pütürlü ve kaygan, beyaz, gri ve sarı. Kötü bir gökkuşağı görünümde ki lekeleri silerken biraz büyüyor ama en azından kaba kütlesini alıp çöp kutusuna atıyorum.
Etrafımı iki velet sarıyor ve kirli ellerinde tuttukları peçeteleri uzatıyorlar.
-Bi lira, bi lira. Alsana Abi. Alsana…
-Bi ...iktirin gidin lan!
Çocukları kovup karşı köşedeki büfeden bir şişe suyu alıp cebimdeki diğer peçeteler ile montumu temizliyorum. Omzumun tamamı ıpıslak oluşmuştu ama birazdan lodosun getireceği yağmur altıda gözden kaybolur, herkes bunun martı bokunun temizlenmiş hali olduğunu anlamaz, yağmur ıslaklığı zannederdi.
Eh şimdi çevremde tanıdık da olmayınca bu montumun lekesi pek dert edilecek gibi değildi.
Gerçi sabahleyin terliklerim yerinde değildi ama onları düzeltip tekrar kalktığımdan, bir de ev halkı ile günaydınlaştığımdan, eh yetmezmiş gibi bir de kafama kuş sıçtığından kesin bugün şansım yaver gidecekti. Milli Piyango almak için yolun karşısına geçip Eminönü Camisine yanındaki Nimet Abladan bir bilet alıyorum.
Canım Eminönü’nden Karaköy’e yürüyerek gitmek istiyor. "Herhalde, başka martılar bir daha sıçmaz." deyip Galata köprüsünde yürüyorum. Seviyorum bu köprüyü. Karşılarındaki Topkapı sarayına bakarak her gün balık tutanlar ile mezarına en fazla "Ruhuna El Fatiha", bir de ölüm tarihi olan bir yazıt bırakacak olmalarının rahatlığında, boşluğa, boş boş bakanların arasından geçip gidiyorum.
Lodoslu havalarda rüzgâr, şehrin tüm pisliğini alıp uzaklara, Karadeniz üzerlerine başka diyarlara götürüyor. Gerçi sıcak esen rüzgârda ısınan havadan insanın başı ağrıyor ama bu sersemletici hava evdeki, otobüste ki pis havadan daha iyi geliyor.
Ziraat Bankasını yanından geçip İstanbul’un başka yerlerine yağmur düştüğünden, katlı otoparka park edecek araçların çamurlaşmış tamponlarına hiç bir yerimi değdirmeden geçip gidiyorum.
Her sabaha başlarken gün içinde düzgün, düzenli, tanımlanmış doğru hayatlar yaşamak istiyorum…
Güllüoğlu’nun önünde okullarına gitmeden önce sigaralarını tüttürenler, yan kafe önünde sohbet eden kızlar ile ellerini belleri dayamış bıçkın delikanlılar, okulu kırıp nereye gideceklerin planını yapmaya çalışanlar, şimdiden hayata adımlarını atmaya başlamışlar. Birisi, kollarını gererek diğer erkek arkadaşının omzuna atmış karşılarında ki kızlara kendi vücudunu, gizliden gizliye erkekliğini gösteriyordu.
Maliye Caddesinden ilerlerken, içerisi hınca hınç dolu olan kıraathanesinin dış duvarına yaslanmış Franco, ile karşılaşıyorum.
-Selam Frank. Günaydın.
Frank beni bozmak istercesine, çektiği nargileden yarık yarık ve sararmış dil çıkartıyor.
-Son günlerde pek görünmüyorsun Franco.
diye sanki yaşadıklarını bilmiyormuşçasına takılıyorum.
Suratı değişiyor…
-Len pizevenk… Aberin yok miidi, hastanideidim. Virüs gaptim o garidan. On gündür de bel sokluğundan agrılar içinde ivdeydim. Her tarafımda cıbanlar çıktı a..nikoyim. El âleme irezil olmamak için ivdeiim. Zokağa bir ekmek almak için bile cigamadım. Necibe Hala olmasa aclıktan Tahtaliköye boylamiştim."
Gülümsüyorum…
-Bana gelseydin ya, temizler, ak-pak ederdim seni"
Frank yere bir tükürük sallayıp;
-Üröspü karı, hasta oldüğünü züylemedi. Bunlar döktora gitmiyorlar mi? Hökümetin denetimi yok mu lan bu garılar üzerinde?
Biraz önce hepsini atamadığından yutkunup, genzinde birikmiş balgamı ile birleştirdiği tükürüğünü tekrar yere fırlatıyor.
-Sen neden zöylemiyorsun hangisi itemiz, hangisi pis? Senin yanına gelip gitmirlar mı bunlar? Hem senin orası püz gibidir. Pinti püşt. Gelip de bir de virem mi olsaydim? Nah gelirim ahmak...
Kızgınlığı geçmemiş olacak ki, sağ elinin başparmağını, işaret ve orta parmakları arasını soktuğu gibi sağ avucunu yumruk yapıp sol avucu içinde patlatıveriyor.
-Senin kıraathanen pek bi bok sanki. İbne… Baksana duman altı olmuş, zehirliyon sabah sabah çocukları. Katil herif!
Franco, son söylediğime, her halde "Katil..." dememe pek kızıyor. Galiba Salih'i hatırladı. Her gece Salihle takılır, Taksim de onu gözler, bindiği arabayı, gitti evi takibe alırdı. Onunla yatmazdı ya da pazarlamazdı da, hep onun peşinde giderdi. Salih onu koruma olarak tutmuştu, gece kazandıklarından Frank'a yüzde veriyordu.
Franco, Salih'i abisinden koruyamadığı için hep bir pişmanlık içindedir. Yetmemiş gibi bir de, Salih'in peşinde olduğu için tutuklanmış, Abisini yakalanıp hapse atılıncaya kadar içeride yatmıştı. Şimdi ona o anları hatırlattığımdan, bana olan kızgınlığın göstermek için her zaman cebinde taşıdığı, okeyde kullanmak üzere çaldığı taşlardan bir tanesini fırlatıveriyor. Başımı son anda eğmesem, yassı okey taşı sabah sabah kafamda bir delik açacaktı. Taş, “Viyv”diye kulaklarımın kenarından geçip yerde yuvarlanıp kanalizasyon deliğine düşüyor Delikten gelen "cillop" sesi ile hareketlenen beklemiş kanalizasyon suyunun idrar kokusu caddeye yayılınca, üstüme sinmesin diye delikten uzaklaşıp hızlıca ilerliyorum.
Bu sabah soğuktu… Vücudum değil ama ellerim, yüzüm üşümüştü. Cebimden çıkarttığım son peçeteyle burnumu siliyorum.
Saat sekize geliyor. Kalabalık bir insan yığınının en arkasında kimseye bulaşmadan Kemeraltı caddesinden karşıya geçiyoruz. Çoğu çocuk. Bir kaçı sağa, bir kaçı sola dönüp okullarına giderken, ben Arnavut kaldırım taşı döşenmiş, dik yokuşuma giriyorum. Taşlar, yusyuvarlak ve kaygan. Artık bu yokuşu çıkmak zor geliyor. Düşmemek için baston kullansam mı diye düşünüyorum.
Yanda, geçen asırdan kalma okulun yağmur ve rüzgardan topuk taşına dönüşmüş sınır duvarlarına tutunarak yukarı çıkarken, köşeyi kendine mekân edinmiş, Dümbül İsmail’e selamı çakıyorum.
-Hayırlı işler Dümbül! Nassın? Sabah sabah gelen var mı?
İsmail portakal sandıklarının kalın kenarlarından yaptığı taburesi üzerinde otururken, üç tekerlekli camlı el arabasında, çeyreği boşalmış, Kızların bacaklarına sürdüğü ağdalardan az biraz daha akışkan Şam Baba tatlısının tepsisini gösterip selamıma cevap veriyor.
-Hamdolsun be Şaban. Puşt çok bu sabah…
Dümbül İsmail’i severim. Buraya babası ile geldiklerinde daha on beş yaşında ya vardı, ya yoktu. Hatta hep gülerek anlattığı, babası ile yaşadığı bir de hikâyesi vardı.
Bizim İsmail çalışmayı pek sevmez. Zaten o yüzden ona Dümbül İsmail diyorlar. Eh işte, yaşamak için yemek de gerektiğinden, günü kurtarıncaya kadar çalışırdı. Taa çocukluktan beri böyleymiş Dümbül. Yıllar önce, İstanbul’un taşı toprağı altındır diye bu şehre, Haydarpaşa garına gelmişler. Trenden inip İskeleye, Karaköy vapuruna binmek için yürürken, yerde bir altın lira görmüşler. Dümbül, kendi kendine söylenmeye başlayıp "Ah be taşı toprağı altın olan İstanbul! Gelir gelmez çalışmamızı istiyorsun ama bu gün, daha ilk gün. İşe yarın başlayım. Altınları yarın toplarız" demesi ile yerde ki altına bir tekme savurmuş da, denize düşen altının “cülop” sesinin ardından Babası Halit’ten şamarı yiyivermiş…
Eh artık doğru mu yalan mı bilmem de Karadenizliler’in böyle hikâyeleri çoktur.
Rizelilermiş bunlar. Dedelerinden kalma öğreti ile tatlı, kek, börek çörek işini yaparlarmış. Rize’nin Canseven ilçesinde yaşarlarken, dedesi Rusya’ya gide gele öğrenmiş bu pasta börek işini. Sonra bir kız sevdasına dedesini vurmuşlar. Dümbül’ün babası Halit de, bir gün dayanamaz, eli kana bular diye karısı ile iki kızını orada bırakıp, sadece İsmail’i alıp gelmiş İstanbul’a. Fatih’te bir fırın açmışlar, sonra annelerini, ablalarını getirmişler. Babası Halit ölünce bizim Dümbül idare etmiş bir süre fırını ama kumara sarınca, elde avuç da ne varsa bırakmış mahallenin kumarbaz kabadayısına.
Anası da ölünce, iki kız kardeş de kocaya kaçınca, çoluk çocuk da olmayınca, şimdi yıllardır arka sokak da birkaç zenci ile bazen bir ibneyle paylaştığı evinde yaptığı Şam Baba tatlılarından iki tepsiyi her gün burada satar. Kahvaltılık nemasını çıkarınca, ellerini açar Allaha dua eder ve üst köşedeki pilavcı Nurettin’den, değil der ama eminim ki, kedi, köpek etleriyle yapılmış, çiçek yağına bulanmış bir tas pilav alır, ama mutlaka bir iki kaşığını da kendisine yamammış sokağımızın kedisi Kömüre verir.
Öğlene kadar durur bu Zürafa sokakta. Sattığını satar, kendi boğazı doyunca, soluğu Franco’da alırdı. Ya okeye dördüncü olur ya da bir kaç saftirik veledin kanına girer batak çevirirler. Daha batakta hiç kaybettiğini duymadım. Ara sırada at tepmeye de gittiği olurdu ama tatlıdan kazandığı pek fazla olmayınca gücü ancak Franco’nun kıraathanesindeki okullarını asmış yeni yetme çocukları kazıklamaya yeterdi.
Cemil yine benden önce gelmiş, gece nöbetini Ahmet’den almıştı. Demir kapının bir göz penceresinde beni görünce kalkıp kapı önüne çıkıyor.
Ahmet ile Cemil dönüşümlü vardiyada kerhanenin kapısında nöbet tutarlar. Ahmet beni tanımızdı da gıyabımda beni tanımış ve saygı duymuş olsa gerek kapı önünde “Sabahların hayır olsun, Puşt'un bol olsun Şaban Ağa” diyerek beni selamlayıp kafasındaki kasketini düzeltiyor.
Cemil, paslı teneke bir tepsi üzerine sırayla katlamış olduğu peçeteleri her girene beleş veriyordu. İlk girişte peçetelerden para almıyorlardı da içeride, evlerden birisine geçince, kapıda nöbet tutan evin pezevengine peçete karşılığı bahşiş verilmezse içeri girilemezdi.
Parası yetmeyenler, züğürt gelenlerde, açık kapı önlerinde sadece göğüslerini gördükleri kızlara baka baka azarlar, tuvalete gider beleş aldıkları peçete ile kendi elini ..ikerdi.
İçerisi sabahın bu saatinde pek dolu değil de Kızların bir kaçı çoktan yol almış. Dümbül İsmail'den tatlısını kapan erkek bozmaları, pezevenge verdikleri bahşişin ardından, kendilerini, kendilerine kanıtlama fırsatı vermek için kızlardan birisinin peşi sıra merdivenlerden çıkıyorlar.
Eskiden banyo erkenden açılırdı. Geceden müşterileri olurdu. Cenabet cenabet sokakta dolaşmanın günah olduğunu sanan çok insan vardı. Son yıllarda gece çalıştırmıyorlar karşımızdaki batakhaneyi. Biz de bu sayede geç açıyoruz banyoyu. Zaten pek gelen de olmuyor. Erkek müsveddeleri Kızların yanından çıkıp sokaklara dağılıyorlar yıkanmadan.
Çocukluğumda her saat ana baba günü olurdu. Şimdi bir kaç şapşala iş yapmaya çalışıyoruz. Gerçi artık burayı da kapatmak istiyorlar ya bakalım ne olacak halimiz?
Banyo üç yıldır doğalgaz ile çalışıyor. Ben yokken burayı Osman'a kiraya vermiştim. O halletti bu doğalgaz işini. İş artık daha kolay. Eskisi gibi, odundu, küldü derdi yok. Gelenlere de "Daha ısınamadı. Az bekle evladım." denmiyor. Gelir gelmez beş on dakika içinde sıcak su hazır oluyor.
Zaten adamın tek derdi öğretilerden aldığı, pislik diye ruhuna işlediği en doğal halinden arınmak, kurtulmak. Su da, ılıkmış, soğukmuş pek aldırmadan giriyor su altına üç beş dakikada çıkıyor.
Keyif de, inanç da eskidendi...
Kapı önüne oturmuş, Osman’la laklak ediyoruz. Çatıya bir taş düşüyor. Ardından bir kaç sıva kumunun tıkırtısı duyuluyor. Haylaz çocuklar gene okuldan kaçmaya çalışırlarken duvardan bir sıva daha düşürdüler. Artık duvarlar iyice eskidi. Şu Müdüre söylesem de en azından GENELEVİN BANYO'SUNUN üstündeki duvarın sıvaların yenilese. Bir gün kafamıza bir taş düşecek, geberip gideceğiz bu sokakta.
Neler olduğunu anlamak için sokağa çıkıyorum. Dört velet duvardan aşağıya bakıyorlar. Üç metreyi aşan bu yükseklikten atlamaya korkuyorlar. Kıracaklar bacaklarını...
Karşıdan Kızlar da gördüler veletleri. İşsizlikte bizimkilere de oyun çıkıyor. Hatice bağırıyor.
-Atla kız. Gel yanıma kocam ol benim. Erkeğim. Hadi gel.
Çocuklar biraz korktular ama hamama giren terler misali cama kadar çıkmış, göğüsleri sarkmış kızların karşısında geri adım atacaklarını zannetmiyorum.
Bir tanesini tanıyorum. Bir kaçtır görüyorum. Sık geliyor buraya. Banyo yapmaz ama kapıdan geçerken hep içeri bakar. Belki evine gider, kirlendiğine inandırıldığı benliği orada temizler.
Zeliha'ya gidiyor. Fazla gelmesi hoş değil. Hele hele hep Zeliha'ya gelmesi hiç değil. Çok gördüm böyle yeni yetmeleri. Takıntısını alıp götürmek, bataklıktan çekmek ister de, kendisi daha çok batağın içine çekilir. “Kurtaracağım” deyip, kızların nüfus kâğıtlarını almak için pezevenklerine verecekleri başlık parasını, soydukları evlerden çaldıkları eşyaları satıp da öderler de, sonra dışarıda kızların Pezevengi kendileri olurlar.
Hele biri vardı yıllar önce. Her cumartesi gelirdi. Çalıştığı iş yerinde haftalığını öğlende alır, ikindi vakti gelirdi buraya. Önce kapıda bekler, kızına gelip giden oluyor mu diye gözlerdi.
Çok gelip gidince kızı dert edindi. Hikâyesi uzun... Sonunda geberdi Eşşekoğlu eşşek. Öldü. Öldü derken, ben vurdum onu. Daha doğrusu ben vurdurttum onu.
Zira o, benim kızıma yürek yakmıştı...
Tuttuğum adama güvenmekle ne kadar hata ettiğimi üç, beş gün içinde anladım. Yakalanınca ötmüş Puşt! Beni de yakaladılar, cinayete azmettirmekten otuz sene verdiler. Yirmi beş sene yattım iki ay önce çıktım...
Şimdi ara sıra Osman'ın yanına, dededen kalma BANYOYA eski günleri yad etmeye geliyorum.
Artık yıllar öncesine göre daha kirliyim. Herkesi daha kolay anlayabilsem de hayat yalnız ve hızlı geçiyor.