Arayışlarım bittiğinde, tekrar başa döneceğim...
Bu hafta sonu olduğu günlerinden birisindeyim. Denizin yosun kokusu uzaklardan burnuma kadar geliyor.
Ağaçlar, yapraklarını sarartmaya başlatmışlar, içinde bulundukları “yeniden doğum” sürecine girmek üzereler.
Bu hafta sonu olduğu günlerinden birisindeyim. Denizin yosun kokusu uzaklardan burnuma kadar geliyor.
Ağaçlar, yapraklarını sarartmaya başlatmışlar, içinde bulundukları “yeniden doğum” sürecine girmek üzereler.
Onlara baktıkça döngülerden oluşan hayatımı görebiliyorum.
Güneş doğalı çok olmuş... Ancak saat on bir olmadan ortalık ısınmıyor. Üzerime kazak, ayaklarıma çorap giymiş, dizlerime de bir battaniye çekmiş pencerenin kenarında oturuyorum.
Konuşmadan bahçeyi seyrediyorum.
İçim içime sığmıyor. Gizli bir enerjim var. Kahvaltım hazırlanmıştı. Annem ve babam, her sabah olduğu gibi benden önce kalkmışlar, kahvaltılarını yapmışlar, güne erken başlamışlar.
Babam, bahçede gülleri budamaya, annem ise mutfakta öğlene yiyeceğimiz yemeği hazırlamaya koyulmuş. Kendime gelmek için bir kahve daha içmeye karar veriyorum. Artık bunu kendi başıma yapsam iyi olur deyip, bahçeye açılan kapının yanında evi ısıtan sobanın üzerine konmuş çinko kahve sürahisinden metal tasıma, sıcak bir kahve koyuyorum.
Güneş artık tepede. Tam öğlen olmuş…
Fotoğraf çektiren bir insanın sırıtmasına eşdeğer bir zorakilik de ki güneş, bütün gücü ile sonlanmaya yüz tutmuş enerjisini yaymaya çalışıyor.
Bu geçici enerjiden yararlanmalıyım deyip, oturduğum koltuktan kalkıp, kazağımı ve çoraplarımı çıkartıyorum. Şimdi üzerimde bir tek tişört var. Bahçeye çıkıp, çıplak ayaklarımla çimenlerin üzerinde geziniyor, ıslaklıklarını hissediyorum. Güneş cam arkasından yeterince ısıtmasına rağmen dışarıda pek etkisini göstermiyor. Çimenlerin üzerinde ki çiğ taneleri hala parladığından, parmaklarımın aralarına giren su zerrecikleri içimi ürpertmeye yetiyor.
Bu geçici enerjiden yararlanmalıyım deyip, oturduğum koltuktan kalkıp, kazağımı ve çoraplarımı çıkartıyorum. Şimdi üzerimde bir tek tişört var. Bahçeye çıkıp, çıplak ayaklarımla çimenlerin üzerinde geziniyor, ıslaklıklarını hissediyorum. Güneş cam arkasından yeterince ısıtmasına rağmen dışarıda pek etkisini göstermiyor. Çimenlerin üzerinde ki çiğ taneleri hala parladığından, parmaklarımın aralarına giren su zerrecikleri içimi ürpertmeye yetiyor.
Uzaktaki denizi seyrediyordum…
Kahvem daha bitmedi. Elimde kahve ile bahçede bir tur atıyor ve babamın yanına ilerliyorum.
Babam, güllerin budamasını bırakıp birkaç sebze yetiştirdiği toprağı çapalamaya geçiyor.
Bana “Hoş geldiniz Beyefendi.” deyince “sabah sabah bu bahçeden ne zevk alıyorsun?” anlamıyorum diyesim geliyor ama göz göze gelince ben de ona hafiften gülümsüyor ve “Günaydın ne güzel bir gün, değil mi?” diyerek sırıtıyorum.
Bana “Hoş geldiniz Beyefendi.” deyince “sabah sabah bu bahçeden ne zevk alıyorsun?” anlamıyorum diyesim geliyor ama göz göze gelince ben de ona hafiften gülümsüyor ve “Günaydın ne güzel bir gün, değil mi?” diyerek sırıtıyorum.
Bahçe turumu tamamladığımda kahvem de bitiyor. Annem arka balkonda soğan ayıklarken kendisine birkaç öbek marul koparmamı istiyor.
Hepi topu yirmi otuz metre kare bir bahçede yaşamları geçti yahu. Komşuları ile köşe başında karşılaşırlar, saatlerce neyin ne olacağının sohbetini yaparlar durular. Hiç sıkılmıyorlar aynı yerde durmaktan. Hayatlarına bir anlam katma çabası içinde değiller de, bir vakit geçirme vakti öldürme derdindeler.
Anneme dönüp “Kıvırcık mı, göbekli mi?” diye hangi marul istediğini sorup ona göre istediğini veriyorum.
Gülümsüyor…
Sıkılıyorum evde. Deniz kenarına iniyorum. Kumların üzerinde dolaşmak, kumun soğuğunu hissetmek hoşuma gidiyor. Etrafıma bakınıyor, tüm bu nemli ortamda yalnızlığımı paylaşacağım bir dost arıyorum.
Sahil boş. Artık kışa doğru adımlar atmaya başlandığından, ne denize giren vardı, ne de sahilde dolaşan. Bir ben vardım, bir deniz, bir de kum. Ve bir de bize bakan güneş.
Geniş bir kumsal üzerinde durup ileriye, görünmeyen uzaklıktaki kıyılara bakıyorum.
Deniz ile gökyüzü birbirbirlerine çok yakın renkte.
Ufuk çizgisini kaybolmuş, yok olmuş.
Neresi deniz, neresi gökyüzü belli değil. Oysa bir çizgi, bir ayrım olmalı. Ama göremiyor, hissedemiyorum. Öylece boşluğu seyrediyorum.
Ayağımı hissediyorum birden. Yarısı kumun üzerinde, yarısı kumun altında. Görünen değil görünmeyen ayrım çizgisini hissediyorum ardından.
Ya kum ile denizin ayrımı neredeydi?
Kıyıya bakıyorum. Su ile kumun buluştuğu yere.
Suların kumu kaplayışını görüyorum ama burası ayrım yeri değil. Orası, suların kumlar üzerinde hüküm sürdüğü yer. Bir başka yer olmalı, birbirlerine eş olabilecekleri, birbirlerine güçlerini kanıtlamak zorunda kalmayacakları.
Ayağımı kaldırıyor, kumu biraz kazıp üst tabakadaki kurumuş yosunlarla ve dalgaların kıyıya getirdiği tahta kırıntılarıyla karışmış safraları az uzağa atıyorum.
“Tam iste burada!” diyeceğim ama yok burası değil. Burası, nemli kum ile kuru kumun ayrım çizgisi.
Ben denizinkini arıyorum.
Bir iki avuç daha kum alıp atıyorum. Ama hala yok. Bir avuç, bir avuç, bir avuç daha…
Avuçlarımla kaza kaza, kum çukurunu dizlerime kadar derinleştiriyorum. Ama hala ayrım noktasını göremiyorum.
Yüzükoyun kumların üzerine yatıyorum. Kolumu çukura sokup sürekli kazıyordum.
elimle karıştırıyorum kumları uçuşup gidiyor etrafımda beni yanlarına alıp çöllerin üzerine savuruyor, hayatım hep bir taraflara savrularak geçti zaten, bir o şehir bir bu şehir bir o ülke bir bu ülkede gezinip duruyorum, sıkılıyorum her gittiğim yerden üç günde, sonra hadi ver elini başka diyarlar, evlenince de sıkılırım demiştim, insanın kendine söz geçirememesi ne vahim bir durum, bir durup dinlesene kendini Abe kardeş, neyse ki işte sıkılmaya fırsat yok ama ben işte çalışırken de sıkılıyorum, müdür aynı, iş aynı, en eğlencelisi müdürümün bana mobing yapması, o sayede daha eğlenceli oluyor hayat, bazen ben de üstlerimden edindiğim mobingi altımdakilere aldığım kadarıyla yansıtarak yapıyorum ama o zaman eğlenemiyorum, daha çok sıkılıyorum, bu dünyada her aldığım verdiğime eşit mi olmalı diye hep soruyorum yaratanıma da bana daha bir şey söylemedi, korkutuyorlar beni sürekli ondan, onun kim, ne, nasıl, niçin olduğunu dahi bilmeden korkuyorum, korkmadığım bir din bir inanış var mıdır, hani beni ben olduğum için kabul edecek, beni yarattığı için benden pişmanlık duymayacak bir güç var mıdır, annem de pişmanlık duyuyor mudur acaba beni doğurduğu için, yok canım neden duysun, hep beni korumuş, hep benim iyiliğim için uğraşmış durmuş, neden çocuklarımızın iyiliği için uğraşıyoruz, sevdiğimiz için HAKAN, sen de ne biçim sorular soruyorsun, sevmek ne demek diye sormayacak mıyım yani, hadi canım sende hep zıttından bakarsın zaten her şeye, doğru adam olamayacak mısın sen bakim hakan, olamayacağım HAKAN olsam ne olacak ki, topu topu üç kişi hadi bilemedin dört kişi için doğru adam olacağım, herkesin doğrusu farklı olunca benim doğrularım onları doğrusu ile bir türlü kesişmediğinden onlara göre doğru olamıyorum, aman be hakan kendini başkalarına benzetmesen olamaz sanki, nasıl benzetmeyeyim HAKAN, etrafım her yer ayna, aynaya bakıp kendimi sevememezlik edemem ya, sevmek için karşımdakini mutlu etmek gerekliliği var içimde, ne yapmacık bir adamsın sen yahu.
Orada bir yerde olmalıydı bu ayrım çizgisi. Sonunda çukur, kolumun uzunluğunu geçiyor. Artık kum çıkaramıyorum. Ama hala orada bir yerlerde olacağını umduğum çizgiyi bulamadım.
Çukurun içine giriyorum.
Bulunduğum yerden denize doğru bakınca kumun üzerinden akıp giden denizi daha parlak görünüyorum.
Kazdığım kumun nemliliği arttı. Artık nemli değil, ıslak kum.
İnatla bu çizgiyi bulmak istiyorum. Bulabilmem için uğraş vermem biraz daha çaba sarf etmem gerekiyor.
Çukuru vücudumun girebileceği kadar genişletmeye başlıyorum. Kuyunun ağzını, kol genişliğinden, vücut genişliğine getiriyorum.
Yorulmadım ama tırnaklarımın arasına giren kumlar etimde ufak yaralar açmaya başladı. Kazdıkça binlerce yıl önce buralarda dolaşan istiridye ve deniz minareleri karşıma çıkıyor. Bu güne kadar kumun altında kalmışlar. Sayemde güneşi tekrar gördüler. Ama ölüler. Mezarlarında onları rahatsız ettiğime pişmanım ama o çizgiyi bulmalıyım.
Parmaklarımın acıması yetmezmiş gibi bir de kum sürekli kayıyor ve düşüyor, zemini tekrar dolduruyor. Kumlar kaydıkça kuyunun ağızı genişliyor. Aynı derinliği ulaşmak için tekrar kazıyorum.
Kumun ince taneli yapısının görüntüsü elmas gibi parlıyor. Ancak kaygan olduğu için can sıkıcı.
Kazıyorum, kazıyorum…
Kuyu belime kadar derinleşti. Artık kuyunun üzerinde değil içindeyim.
Hala bir şey göremiyorum. Bulamıyorum çizgiyi. Oysa orada bir yerde olmalı. Göğsüme kadar kumdan kuyunun içindeyim artık.
Kumun ıslaklığı artıyor.
Define bulmuş bir korsanın mutluluğunu yaşıyorum.
Kenarlardan kayan kumlar nedeniyle kuyu o kadar genişledi ki, artık eğilip iki avucumla kumları kazmaya, avuçlarımı kürek gibi kullanmaya başlıyorum.
Benim kum atma hızım, kenarlardan kayan kumun kayma hızını geçiyor. Kumları geçmiş olmanın hazzında daha hızlı kazıyorum.
Sevgilime ulaşacağım zamanın yaklaştığını düşünerek keyifleniyorum.
Birden elime su değiyor…
Kumun ve denizin buluştuğu nokta artık parmaklarımın ucunda
Üzerlerinde artık hiçbir safra yok.
Ayak bileklerime kadar su içindeyim.
Yorgunluğum yavaşça geçiyor, tırnaklarımın acıması da azalıyor.
Yerden iki büklüm doğrulup boğazıma yaklaşan kuyunun içinde ayakta duruyor ve göz hizamdaki çizgiden denize bakıyorum
Deniz ve sevgilisi Kum'un kaybettikleri çizgilerini onlara geri vermek istiyorum.
Uzakta ufuk çizgisi tekrar görünüyor.
Şimdi tüm çizgiler benim içimde, yüreğimde bir noktada kesişiyor.
Kuyunun içinde sağa, sola dönüp bakınıyorum. Çok uzaklarda bir kaç insan kıyıda yürüyorlar. Onlara seslenip, bulduğum çizgileri göstermek onlarla paylaşmak istiyorum.
Sesleniyorum, bağırıyorum…
Ya sesim çıkmıyor ya da onların benim hayallerimle ilgilenecek halleri yok.
Dışarı çıkmak için iki elimi yana uzatıp kendimi yukarı çekmek istiyorum. Birden kumlar üzerime yıkılıyorlar.
Kollarım ve başım dışarıda ama tüm vücudum kuyunun içinde, kumun altında kalıyor. Kum ve Denizin ayrım çizgisi ayaklarıma yapışmışlar.
Sıkıştım ama artık yeni bir görevim var.
Deniz ve Kum, Bedenim sayesinde Gök ile iletişim kuruyorlar.
Neyse ki çizgiyi bulmuştum…