Her şey olması gereken sırasıyla oluyor

Doğum günü


Her canlı, gideceği yerin toprak olduğunu bilmeden doğar.

Bu gece, sevgilimin yirmi dördüncü yaş gününü kutlayacağız. Bol tüylü oyuncak bir ayı, bir de uçan balon alıp evine geliyorum.
Daha önceden birkaç kez Canan’ı evine bırakmıştım. Apartmanın kapısı açık olunca, içeri giriyor, ikinci kata çıkıyorum.



Ceviz kaplamalı daire kapısına, babasını ismi “Av. Memduh Yetmez” yazılı pirinç bir plaka çakılmış. Kapı yanında ki duvarda at kafalı bir heykelin burun kısmına basınca metal tınılı, yüksek oktavlı bir zil sesi apartmanın daracık sahanlığına yayılıyor.



Kapıda beklerken, içeriden birisinin ayak seslerini duyuyorum. Ailesi ile daha tanışmadım. Annesi kapıyı açabilir diye montumu düzeltip kendime çeki düzen veriyorum.

İçeriden tıkır, tıkır diye bir ses kapıyı aşıp bana kadar ulaşıyor. Herhalde seslerini alt kattaki komşuları da duyuyordur.



Canan açıyor kapıyı. Buluşma saatimizden bir, iki saat önce gelmiştim. Elimdeki ayıya ve balona hem şaşırıyor hem de seviniyor. "Geçsene içeri.” diyor.



İçeri girince, o önde ben arkada salona kadar peşi sıra gidiyoruz. Hislerim doğru çıkıyor. Giriş ve koridor, çini taş döşeme. Her adım da tak-tak, tak-tak sesi katlanarak eve yayılıyor. Mutfağın yanından geçip salona giriyoruz. Kimse yok ortalarda. Neyse ki diğer yerler marley olduğundan salona girince o kadar gürültü çıkmıyor. Hem marleyler eve, çini taş döşemelerden daha bir sıcak hava veriyor.



Hoş geldin deyip bir birbirimizi görmemin keyfi, evde yalnız olmamızın gerçekliği ile birleşince ben onun beline, o benim boynuma sarılıyor, benim dudağım onun dudağına değince, kendimizi önce salonun kanepesinde sonra da halının üzerinde sevişirken buluyoruz.



Her ikimiz de bir birimizin vücutlarını özlemişiz. Erkek olarak her onlu saniye de bir cinselliği düşünerek geçen hayat içinde kendimi sık sık yorgun hissediyorum. Gücümü kendime gösterebildiğim anları elimde tuttuğum da huzur buluyor, o zamanları yaşayabildiğim de kendimi var edebiliyorum. Yaşam içinde soyumun devamlılığının provasını yapabildiğim sürece bedenim bir anlam kazanabiliyor. Oysa bir dişi olarak Canan sadece elimi sıkı sıkı tutuyor ve bana sarılıyor.



Merdiven basamaklarında yankılanan ayak tıkırtılarına ikimiz birden irkiliyoruz. Halı üzerinde öpüşmekle kalmayız, daha ileri gideriz de çevremizde kendimize ait olmayan eşyalar, yaptıklarımızı başkalarına fısıldar diye çekiniyor, toparlanmaya karar veriyoruz. Tıkırtı, kapı önünden uzaklaşıp üst kata doğru giderken hafifliyor. Sonra da kayboluyor.



Her sevişmemizde beynimizin bir yerinde yakalanma korkusu ile masadaki yemeğin zevkini alamadan, hapur hupur yemek yiyen açlar gibiyiz.



Cananla geçenlerde sahilde el ele yürürken bir polis arabasının yaklaştığını görünce, son günlerde gazete ve televizyonlarda çıkan haberlerde, polislerin yeni çıkartılan bir kanundan aldıkları güçle, el ele tutuşan, sarmaş dolaş gezinenleri yaka paça götürdükleri duyduğumuzdan, Canan'ı da götürüp bekâret kontrolü yaptırırlar diye, korkudan elini alelacele bırakmıştım.



Ayakta birkaç saniyede sevişen atların hovardalığında sevgimizi de, sevişmemizi de çok kısa zaman dilimlerinde birbirimize hissettirmeden yaşlanıyor, ölüp gidiyoruz.



Canan oturduğumuz kanepede, gülümseyerek, "Sana bir menemen yapayım mı?” deyince, dışarı gitmeyeceğimizi anlıyorum. O da evde olmak istiyor…

Kadınların, erkekler için yemek yapmasının doğallığına alıştığım bu dünyada, yaslandığım kanepede iyicene kaykılıyor, üst katta kaybolan topuk sesinin ardından kapanan kapı sesini de duyunca içim daha da rahatlıyor. Huzur içinde Canan'ın yanağına bir öpücük konduruyorum.



O yemeği hazırlarken ben salonda oturuyorum. Mutfaktan, "Menemenin yanında, şarap içelim mi? Abim Almanya’dan getirmişti." diye sesleniyor. Şarabı da açıyoruz. Ekmeğimizi menemene bir güzel batırıp, su bardaklarına koyduğumuz şarabı tokuşturarak, Cananın yaş gününü kutlamaya başlıyoruz.

Canan, Eric Clapton ve Paul Mc Cartney şarkılarından 90'lık yeni bir kaset doldurtmuş. Her ikisinin sevdiğimiz şarkılarını ardı ardına dinliyoruz. Dilimin tüm pütürlerini kabartan, kan kırmızısındaki buruk şarap, Paul'un en sevdiğim “No more lonely nights(1)” şarkısı eşliğinde bitiyor. Vücudumu canlandırıp diri tutan her şey gibi bu tür şarapları da seviyorum. Markasına bakıyorum. Ancak Almanca olduğundan anlamıyorum.



Saatler ilerleyince, gitmen gerektiğini düşünüyorum ama hiç canım istemiyor. Sevişmemize kaldığımız yerden devam eder miyiz diye düşünürken Canan yanıma gelip dudaklarımdan beni öpmeye başlıyor. Aynı şeyleri arzu ediyor olmaktan mutlu oluyorum. Böylece erkek olarak sık sık seksi düşündüğümden kendimi yargılayıp suçlamaktan kurtuluyorum.



Ayağa kalkıyor ve beni de elimi tutarak kaldırıp, peşi sıra çekiştiriyor. Tam salondan koridora çıkmışken, karşı dairenin zili çalıyor. Dış sahanlık o kadar dardı ki, dairenin kapı gıcırtısı eşliğinde bir kadının "Neden geldin?" dediğini duyuyoruz. Adam "Hiç. Özledim işte." diye cevap verirken biz koridordan çıplak ayak, hiç ses çıkarmadan arkada ki odasına gidiyor ve sevişiyoruz. Soğuk kış gününün sımsıcak olmuş odasında kalın bir yorganın altında çırılçıplak uyuyoruz.



Etrafıma bakınarak uyanıyorum. Merdivenlerden gelen bir tıkır, tıkır ses duyuyorum ama üst kattaki komşu iniyordur deyip aldırmıyor, Canan’a sarılıyorum.



Sevişmenin sonunda nasıl tanımlayabileceğimi bilemediği bir rahatlamanın huzuru var içimde. Canan uyuyor... Ayak sesi kapıya yaklaşıyor. Sesin kesilmesi ile zilin çalması aynı ana denk gelince irkiliyorum. Komşu herhalde inerken Cananların ziline bastı, açmazsak çalar çalar gider deyip aldırmazken, kapıya takılan anahtarın tıkırtısı duyuyorum. Endişeyle Canan’ı dürtüyor ve kulağına eğilerek, “Canan biri geldi anahtarla içeri giriyor.” der demez kapı kilidinin kurcalanma sesine Canan da uyanıyor.



Uykulu, şaşkın, saçı başı dağılmış haliyle bana bakıp sessizce, “Yok kimse gelmeyecekti. Annemle babam adadalar. Abimde hala Almanya da. Karşı sarhoş komşu gelip kapıyı karıştırmıştır yine.” deyip yatakta doğruluyor ama kapı kilidinde ki tıkırtılar endişemi azaltmıyor.



Odasında, üzerinde yattığımız bir yatak, etrafında bir koltuk, bir kütüphane, bir çalışma masası var. Bir de karşısında ufak bir gardırobu olduğundan nereye saklanmalıyım diye bakınıyor ve hemen karyolanın altına giriyorum.



Zil tekrar çalıyor. Karyolanın altında korkuyorum biraz. Canan benim saklandığımdan emin olunca “Kim o” diye sesleniyor. Birisi eve girdi mi girmedi mi anlayamadım da, bir kapının tekmelenmesinin ardından patlayan silah sesi ile saklandığım karyolanın altından kımıldamadan çıplak halde donup kalıyorum.



Sahanlıkta bir uğultu yükseliyor. Birileri bağrışıyor. Çarşafın yere sarkmış eteğin altından Canan'ın yusyuvarlak küçücük topuklarını görüyorum. Saklandığım karyolanın önünde bir öne bir arkaya dönüyor. Sevişmemiz esnasında çıkardığı, yerde yumak olmuş pantolonunu hızlıca bacaklarına geçiriyor. Oda karanlık, dışarıdaki sokak lambasının odaya vurduğu cılız bir ışıkta, pantolonunun üstüne çalışma masasına bıraktığım kazağımı giyip odadan dışarı çıkıyor. Saklandığım yerde beni unuttuğunu düşünüyorum.



Burada insanlardan saklanmış olsam da Tanrı‘dan da saklanabiliyor muydum? Tanrı beni görüyordur da, beni ve kaburgamdan yarattığı kadını, Musa ile yolladığı Tevrat’da belirttiği gibi sevişenleri taşlatacak mı, yoksa İncil’de İsa ile dile getirdiği gibi sevişenlerden daha suçsuz taşlayacak kimse bulamadığı için bizleri af mı edecekti?



Canan’ın koridorda hızlı hızlı yürürken çıplak ayaklarının yerde çıkarttığı şaplak sesi geliyor kulaklarıma. İnce ve ufak ayakları vardı. Kaç numaraydı acaba?



Canan’ın koridorda, "Manyak sarhoş herif..." dediğini duyuyorum. Sonra sessizlik kaplıyor evi. O silah sesi neydi ki? Acaba birisi Canan'a silah mı çekti? Yok canım. Silah sesi duyduğumda, Canan burada içerideydi. Uf ya canım fena halde sıkılıyor. Şimdi belki birisi öldüğü için polisler gelecek, belki de birisi de yaralı olacağı bir ambulans gelecek. Beni burada bulacaklar. Önce beni suçlayacaklar. Zaten halim belli; çırılçıplak, kızın odasında yakalanmışım. Hani Babası Avukat ama bu durumda beni savunacağını da pek zannetmiyorum. Cananla evlenmeyi düşmüyorum ama düşünebileceğim birisi. Ancak bunu yakalandığım bu halimle nasıl anlatacağım? Ama silah nereden çıktı? Ben de silah yoktu. Kimindi silah?



Canan, koşar adım odaya geliyor ve sanki odada bir şeyler arıyormuş gibi masasının çekmecesini karıştırıp bana “Yerinden kımıldama Alp” diyor. Biraz üşüdüm mideme de bir ağrı girmeye başladı. Çıkmak istiyorum ama ses dahi çıkartmıyorum. Canan yorganı biraz daha aşağıya indiriyor. Şimdi sadece ayak tabanını ve pütürsüz topuklarının alt kısmını görüyorum. Odadan çıkıyor ve kapıyı kapatıyor.



Oda da yalnızım acaba çıkıp giyinsen mi? Kapılar, duvarlar o kadar ince ki, yapacağım en ufak bir gürültü eğer evde başka birisi varsa, Canan’ın odasında olduğumu fark edecektir diye kımıldayamıyorum.



O her kimse, sesini daha duymadım. Galiba eve giren olmadı. Penisim korkudan ve soğuktan büzüştü, ufacık oldu. Kendime olan güvenim yok oldu, gitti. Çıkacağım artık…



Kapı tekmeleniyor, Zil tekrar çalıyor. Canan, çıplak ayak gidip kapıyı açıyor. “Ahmet!” diyor. Kapı açılınca dışarıdan keskin bir barut kokusu eve giriyor kapını altından geçip genzimi yakıyor.

Bu da kim ya şimdi? Almanya’dan abisi mi geldi? Ama onun adı Ahmet değil ki. Söylemişti Canan. Hah, şimdi hatırladım. Zaten Canan ile Ahmet aynı ana babadan olan kardeşlere verilecek isimler de değildi. Canfer idi Abisinin adı.



Oda kapısı açılıp Canan tekrar içeri giriyor. Yatağın üzerinde bir şeyler yapıp, biraz düzeltiyor. Yorganın kaldırıp bana bakarak “Sevgilim! Seni seviyorum, bi tanem." deyip külotumu uzatıyor. Diğer elinde tuttuğu telsiz telefonunu sıkı sıkıya kavrayıp parmaklarıyla yerde öbekleşmiş tişörtümü yatağın altına ittiriyor. “Giyin bunları. Biraz sessiz ol. Geleceğim.” diyor.



Canan'ın duruma hâkim olması ve telaşsız olmasını desteklemek adına ona gülümsüyorum ama kendime acıyorum. İçim üşüyor. Kendimi her şeyden korkan at yavrusu gibi hissediyorum. Tam “Ahmet kim?” diyecekken, oda kapısının tekrar açılması ile susuyorum.



Canan tekrar giriyor odaya. “Hay bu terliklerimi nereye koydum.” deyip bir şey arar gibi kafasını ve az biraz da vücudunu yatağın altına sokuyor. Yanımda duran iki topuklu terliği bilerek yere sürttürüp, ses çıkartıyor, şaşkınlığımdan yararlanıp çeneme de bir öpücük konduruveriyor. Dışarı çıkarken elindeki silah gözüme çarpıyor.



Hay Anasını satayım… Kim bu evdekiler. Babası mı, Ahmet kim, Patlayan silah ne silahı? Canan’ın elinde olan mıydı, yoksa Canan’da başka silah mı vardı? Canan nasıl oluyor da bu kadar rahat? Ben neden burada sıkıntıdayım ve bir sevişmenin korkularını ve kuşkularını yaşıyorum?



Canan'a imreniyorum. Terliklerini giyip tekrar dışarı çıkıyor. Tıkır, tıkır sesleri koridorda yayılıyor.

Polis sireni duyuyorum. Aynı anda Ambulans sesi de geliyor. Sesleri farklı. Polisin ki yavaştan artan ve sonra tekrar azalan sürekli bir ses, ambulansın ki ise kısa kısa, kesik kesik siren sesi. Öf ne gereksiz bilgiler biliyorum şu anda. Şuradan nasıl kurtulacağımı bilsem ya…



Seslerin karmaşası kapı önünde devam ediyor. Canan çıkarken oda kapısını kilitliyor ve hiç gerek yokken koridorda bulunan el radyosunu açıyor. İstasyon frekansı yakalayamamış bir radyo yayınının, evde yayılan konuşmalı gürültüsü içinde yavaşça külotumu giyiyorum ancak karyolanın altında tişörtümü giymem mümkün olmuyor. Kolumu, kafamı oynatamıyorum. Dışarı çıkıp giyinmem lazım.

Radyonun evde yarattığı kuru gürültü işime yarıyor. Yuvarlanarak, yatak altından dışarı çıkıp, bacaklarım uzatmış oturur halde, tişörtümü üzerime geçirip, ayakucumda bulunan kendi pantolonumu da hızlıca giyiyorum. Yerden kalkmadan kemerimi de bağlıyorum.



Radyo hala cızırtıyla çalıyor. Kapı önünde ki konuşulanları duymuyorum. Oradakilerin da beni duymayacağını düşünüp rahatlıyorum. Ancak terlemem de bir azalma olmuyor. Burnumun kenarından kayıp, dudaklarıma tuzlu izlerini bırakıyor.



Ergenliğime yeni girdiğim zamanlarda mastürbasyon yaparken anneme yakalandığım an gözümün önüne geliyor. Hayatta az sayıda yapabildiğimiz, mutlulukla dolu hatalarından birisini yapmış, günah olduğunu bile bile şeytanla sevişmenin zevkini yaşamıştım. Şeytanın da beni sevdiğini düşünüp mutlu olmuştum.



Tanrının o zaman da beni gördüğünü biliyordum. Beni, bugüne kadar cezalandırmadığına göre ya beni affetti, ya da yarattığı şaheser kendi yanına geldiğinde, kendisi ile birlikte cezalandıracaktı.

Taş koridorda Canan’ın dışından kimsenin dolaştığını duymadığımdan kalkmayı düşünürken, zil tekrar çalıyor. Aceleyle sırt üstü yatıyor çıktığım gibi yuvarlanarak tekrar karyolanın altına saklanıyorum.



Atlardan bile hızlıyım...



Kapıda sesler artıyor. Bir kadın bağırıyor, bir adam yüksek sesle küfür ediyor, kelimeler ağzında dolanıyor. Herhalde o, Canan’ın bahsettiği sarhoş komşusu Ahmet idi.



Kapıdaki bağrışmalar arasında oda kapısının bir tekme darbesiyle açılmasın ardından sarhoş Ahmet zannettiğim adam karyolanın başına gelip, nerede saklandığımı biliyormuşçasına yorganı hızlıca çekiyor ve eğilip kafasını karyolanın altına uzatıyor.



Atların kadar parlak, kara, korkak bir çift göz görüyorum.



Adamın; “Geber Pezevenk Herif… Her ikiniz de geberteceğim Orospu." sesleri arasında Canan’ın “Dur! Yapma Ahmet.” sesine eşlik eden bir silah sesi daha duyuyorum.



Sırtım yanıyor…



Canan’ın “Alpppp…” diye bağırmasının ardından “Allah Belanı versin it Herif.” demesiyle, bir el silah sesi daha yayılıyor odaya.



Farklı silah sesleri bir birine karışıyor.



Bir çift donuk göz taşıyan bir vücut düşüyor karyolanın başına. Kafasından akan kanlar yayılıp yerde karyolanın altına, kımıldayamadığımdan dudaklarıma doğru akmaya başlıyor.

Boğazım yanıyor, öksürüyorum iki kere. Ağzımdan kan geliyor Ahmet’in dudaklarıma değen kanı ile karışıyor.



Eski kapılar kapanıyor, yeni kapılar açılıp yeni hayatlar başlıyor...

Canan yanıma geliyor, saklandığım yere girip yanıma kıvrılıyor. “Seni seviyorum.” deyip bana sarılıyor.



Karyolanın altında pürüzsüz marley üzerinde iki cenin halindeyiz ancak yer artık beni üşütmüyor.



Not (1) : Daha fazla yalnız gece yok