Odayı sessizlik kaplayınca, o ana kadar söylenenleri steno eden kâtibe Nadia, heceleri tuşladıkça makineden sarkmış olan kağıda bir göz atıp, arkasına yaslanıyor.
Odaya girdiğimizden bu yana Nadia ile ilk defa göz göze geliyoruz. Her karşılaşmamızda yaptığı gibi bana gülümsüyor.
Muavin, "Neden attınız?” diye sorunca gözlerimizi bir birimizden uzaklaştırıyoruz. Ben yere, o da steno makinesinin tuşlarına bakmaya başlıyor. O söylenenleri not ederken ben susuyorum.
Ailelerimiz ile akşam evde geçirdiğimiz üç, dört saatlik süreye göre çok daha fazla bir zamanı birlikte ve bir dayanışma içinde büyüdüğümüzden, odaya kadar bizimle gelen sınıf başkanı Atilla, “Ben durumu idare ederim.” dercesine söze atılıyor.
Artık bir birimizle konuşmadan da anlaşabiliyoruz. Arasında yıllarımızı geçirdiğimiz grileşmiş, pütürlü taş duvarlar bizlere ayna olabilmiş, her birimizin yüreğini hepimize gösterebilmişti. Atilla’nın söyleyeceklerine bir itirazım ya da ekleyecek bir şeyim olacağını zannetmiyorum. İşleri ona bırakmak en iyisidir deyip Can’ın ile Nadia’nın arasında ayakta duruyorum.
Muavin de bizim gibi ayakta. Müdür ise, caddeye bakan üç metrelik bir camın aydınlattığı, kiraz ağacından yapılmış, cilası gözlerimi alan bir masanın arkasında, sırtlığı uzun, en az yarım asırlık geniş bir sandalyede oturuyor. Masasının yanında ki dolabın camı, yıllardır silinmekten netliğini kaybetmiş, içindeki kitaplar zar zor görünüyor.
Dışarından gelip tül perdeden sızan güneş ışığı, çok eski zamanda yapılmış dolap camının birkaç yerinde ki toplu iğne başı büyüklüğündeki cam hatalarından kırılarak farklı yönlere yansıyor. Camdan çıkan ışın demetini takip ederek kafamı çevirmeden gözlerimi dolaptan uzaklaştırıyorum. Duvarları boydan boya kaplamış kütüphanede ki eski kitaplar ve ahşap kitaplığın küf kokusu burnumu kaşındırıyor.
Gözüm en üst rafta ki, masadan da, dolaptan da, kitaplıktan da eski, birkaç yüzyıllık Latince kitaplara takılıyor. Birisinin sırtında “Flagrante delicto(1)” yazıyor. Tozlu rafta ki kitabın ismini okuyunca bu sefer Can ile göz göze geliyor, daldığım geçmiş yüzyıldan, yakın bir zamana, birkaç çeyrek saat önce yaşadıklarımıza dönüyorum.
Zilin çalmasıyla birbirimizi ite kaka daracık ahşap kapıdan geçmiş, çinili koridorda koşarak kendimizi avluya atmıştık. Tek tasamız, basketbol oynamak için tekli bir potayı kapmaktı. İki kat aşağıya, merdivenlerden uçar adım indiğimizden daha maça başlamadan terlemiş, suratım her koşturmacada olduğu gibi kıpkırmızı olmuştu.
Okulun son günleri olduğundan artık kıyafetlerimizin düzgünlüğüne de pek aldırmıyorduk. Mayıs ayında olmamıza rağmen, hava mevsimine göre daha da sıcaktı. Bir yandan elimize aldığımız topu potadan içeri sokmaya, diğer yandan bir birimizi ittirip kaktırmaya ve yılın son günlerinde imtihanlardan bulanmış beynimizi boşaltmaya çalışıyorduk.
Suratım kızardıkça terliyor, en canla başla oynayan benmişim izlenimi veriyordum. Etrafa saçılan terlerim olmasa, kızarıklığıma diyecek bir şey yoktu da, o haldeyken Müdür karşıma dikilip, "Hey! Arrêt! Ça suffit haa. Arretez... Hee, Toi! Vas-y à mon bureau... Tout de suit!(2)" diyerek kolumdan tutmuş, beni durdurup odasına göndermişti. Müdürün suratına bakıp "Ben mi?" diye sormuştum da, "Tabi ki sen, kırmızı suratlı..." diye cevap verip arkamdan bir kaç kişiyi daha tespit etmek için kalabalığa doğru dönmüştü.
Can ve Atilla ile birlikte Müdürün odasındayız. Can ile konuşmuyorum. O, hala karşı takımın elemanı. Biz hiç ayrılmazdık da bu sefer boyu uzun ve iri yarı olduğu için karşı takımın ısrarı üzerine orada yer almıştı. Başka sınıflara karşı giriştiğimiz mücadelelerde en iyi arkadaşım olsa da şimdi sınıf içi maçta, hantal cüssesi ile sık sık dalga geçtiğimden hala hasmımdı. Odada, suratımın kızarıklığı devam ederken, avluda yaptıklarımıza eklenmesin diye bu arkadaş itişmesini devam ettirmiyorum.
Suratımdan akmaya devam eden terlerimi ceket koluma silince metal kol düğmeleri burnuma takılıyor, hapşırmak zorunda kalıyorum. İngiliz ordusuna Hintli askerler alındıktan sonra, terlerini, sümüklerini üniformalarının kollarına silmesinler, silerlerse de burunları acısın diye bulunmuş olan bu kol düğmelerine keşfettikleri için içimden İngilizlere verip veriştiriyorum.
Terlerimin hepsini silemediğimden birkaç damlası suratımdan akıp gene yere damlıyor. Dayanamayıp hızlıca geriye dönüyor, gömleğimin sarkan uçları ile yüzümü sıvazlıyor, suratımı siliyorum. Terlerimin bir kısmı dudaklarımda kalıyor. Dilimle dudaklarımı yaladığımda terimin tuzlu olduğunu fark ediyor, ağzıma yayılan acılıktan iğreniyorum.
Hayatta hiç bir şey değişmiyor… Müdür Muavinin, öğretmen olduğu ve Fransızca derslerimize girdiği zamanda verdiği ezber ödevleri beynime sokmak için akşam evde tuvalette geçirdiğim saatler aklıma geliyor. Kitabı elime alır bir yandan salınarak ıkınmaya, bir yanda da ertesi gün sınıf da azar işitmemek için kitapta ki cümleleri on kere, yüz kere, bazen çok daha fazla kere tekrar ederdim. Tekrardan oluşan hayatımı daha o zamanlarda yaşamaya başlamıştım.
Şimdi gene orada sonsuz bir çevrim içindeymişim gibi tekrar terlemeye devam ediyorum.
Murat, dışarıda bekliyordu. Müdürün, sadece Can ile beni odasına çağırmasını anlamadan kapıya kadar gelmiş, orada kalmıştı. Oysa orada hepimiz birlikte maç yapıyorduk. Dayanamayıp, içeri dalmasından çekiniyorum. Can, Murat ve ben ayrılmaz bir üçlüydük. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez, yıllardır birimizin derdi üçümüzün derdi, diğerimizin mutluluğu hepimizin mutluluğu olurdu. Bunu da tüm okul biliyordu.
Atilla, burnunu havaya kaldırıp, yanakları ile sıkıştırarak bir şey söyleme dercesine iki gözünü kırpıyor. “Efendim! Arkadaşlar maç yaparken çok terlediklerinden arada sırada musluklara gidiyorlar ve serinliyorlarmış...” deyip susuyor ve Müdür ile Müdürü Muavinin suratlarında ki tepkiyi sezinlemek istiyor.
Müdür elini çenesinin altını sıvazlayıp, konuşulanları kötü Türkçesi ile anlamaya çalışırken Muavin anlattıklarımızı tercüme edip, sonuna “Yaramaz, haylaz çocuklar işte...” kelimelerini ekleyiveriyor.
Müdür Muavini aynı anda disiplin amiriydi ve o bizi, biz onu tanıyarak yıllarımızı geçirmiştik. Orada bizi yargılarken büyüdükçe değişen portrelerimizi gözlerinin önüne getirmiş, toplumun kıstaslarına göre tek tipte kolay yönetilecek birer öğrenci olmadığımızdan, belki de hayatını bezdirdiğimizden, çoğu yerde bizi gördükçe çocukça yaptıklarımıza karşın bize kızsa da, hatta az biraz da hatalıysak kendini tutamayıp dayak atsa da, her girişimine tepkisiz kalıp, put gibi karşısında durur, onun sevinmesine izin vermezdik.
Belki sırf bu yüzden suçluluk duygusundan kurtulamıyor, her zaman haklı olmaya çalışıyordu.
Son cümlesini, sanki suçun kaynağını bulmuş olmanın verdiği mutluluk ile suratını buruşturup, “Terbiyesiz zamane çocukları canım! Sizi gidi haylaz şımarık veletler…” diyerek, eğitimi kendilerinden, terbiyeyi ailelerimizden aldığımızı düşünüp bulunduğumuz durumdan evdekilere de bir pay çıkartıyor.
Okula ilk başladığım yılın yılbaşı haftasında kar yağmış, İstanbul'un birçok yolu trafiğe kapanmıştı. Ana yollardan geçerek gelebilen bir kaç öğrenci ile sınıfta öğretmenin gelmesini bekleyip, sobayla ısınan sınıflarımızda boşa vakit geçirmiş, kendi kendimizce eğlenmiştik. Bahçeye çıkıp kartopu oynamış, birkaç defa da içeri kaçan arkadaşların arkasından kartopu atıp sınıfı kar içinde bırakmıştık.
Ben daha o zamanlarda da en ufak bir hareketliliğimde kızaran suratımın çok da farkında değildim. Saatler geçse de öğretmenler gelmeyince, üst sınıflardaki abilerimizle avluda toplanmış, okulun tatil edilmesi için "Tatil, tatil. Kar tatili" diye sloganlar atmıştık.
O senelerde sade bir öğretmen olan Müdür Muavini, kendince anarşik o ortamı bastırmak için avluya çıkıp hepimizi bir güzel azarlamış, sınıflarımıza girmezsek disipline vereceğini söyleyip tehdit etmişti. Ben kalabalık grubun içinde kızararak, karda ki bir kardelen misali kendimi fark ettirmeyi becermiştim. O da, daha o zamanlar da bir iki hareketle kızaran suratımı belleyince, yıllar sürecek olumsuz iletişimimizin ilk adımını atmıştık.
Bulunduğumuz Müdürün odasında, güneşin onlar yerine bizim suratımızı aydınlatması, muavinin ayakta dururken, gölgesinin yerde iki katı yansıyor olması, tavana kadar kaplamış kütüphanedeki kitaplarla burada oturanın bilgeliği ve haklılığı göstermeye çalışması, Nadia’nın düzene itiraz etmeden itaatkâr davranışlarıyla sadece steno etmesi, bizim bir sunak önünde ki adaklar gibi durmamız, tam bir tiyatro sahnesinin dekorları gibi yerli yerindeydi. Her şey ailelerimizin bizler adına, zorlanarak binlerce lira ödedi sistemden yanaydı. Kimin haklı kimin haksız olacağı çok önceden belirlenmişti.
Girmemiz yasak olan kilisenin, her öğlen bir defa çalan çanı gene çaldı. Saat 12 olmuştu. İçimden çana eşlik ederek mırıldanıyordum, “We don't need no education, We don't need no thought control (3)…”
Zaman içinde suratımın kızıllığı haşarılığım ile özdeşleşmiş benliğimin bir parçası olmuştu. Tüm öğretmenler bu durumu öğrenmiş, beni her kırımızı suratlı gördüklerin de kafalarını sağa sola sallayıp “Yakaladım seni” dercesine gülümserlerdi. Belli ki o da, o anda, hepimizin öğrenciliği sırasında karşılaştığı tüm çocukça davranışlarımızı hatırlayıp "Yaramazlar, haylazlar…" diyordu.
Eğilip Nadia’nın bu son kelimeleri yazıp yazmadığına bakıyorum. Kendisi hem Türkçe, hem de Fransızca bildiğinden, bizim ağzımızdan çıkmayan bu cümleleri yazmamıştı.
İçim rahatladı. Eğer Müdür bir ceza verecekse en azından yazılanları okur diye düşünüyorum. Atilla, bize dönüp, kısık sesle “Tamam çocuklar, siz meraklanmayın. Bir iki ufak ceza ile durumu kurtarırsınız.” diyor. Can hiç ses çıkarmıyordu. Ben Ati'ye yanaşıp “Oğlum, desene arkadaşlar kendi aralarında şakalaşırlarken olmuş. Özür dileriz filan deyip alttan alsana.” diyorum.
Ati, bu sınıf başkanlığı işini liseye başladığımız yıldan beri, son üç senedir yaptığından, tecrübeli olduğunu göstermek istiyordu. Özür dileyip suçu baştan kabul etmenin bizlere daha zarar vereceğini, hatta hatalı olmadığımız bir durumda kendimizi cezaya hazır bir suçlu gibi göstereceğimize inanıyordu ki, benim taktiğimi beğenmedi. Parmağını iki dudağını arasına götürüp "Sus" deyiverdi. Başkan oydu. Gerektiğinde üçümüzü, gerektiğin de sınıfı yönlendiriyordu.
Susup kaldım da içimden telaşlı olmalı mıyım diye düşünüyorum. Ati’ye dönüp, Can duymasın diye sessizce "Oğlum, ya bizi disipline verirlerse ne yaparız?” diyorum. Disiplin kuruluna, okul aile birliği de dâhil oluyor muydu? Ne de olsa orada velilerden de birileri vardı ve belki bu Müdür Muavinine göre daha insancıl davranabilirlerdi. Ya da, sonra ailelerimizi araya sokup af istesek mi diye mırıldanıyorum Ati’ye… “Yok, be oğlum, daha neler… Gerek yok öyle ek işlere girişmeyelim. Hem o durumda sınıfın diğerlerinin de sorguya çekilmesi gerekir!” deyip durumun kendi kontrolünde olduğunu tekrar ediyor.
Nadia, Müdür Muavine dönüp, gözlerini kısarak kafasını az aşağıya indiriyor. Müdür hiç kımıldamıyor, oturduğu koltuğundan sadece kendisine söylenenleri, üzeri ıslak mavi takım elbisesi ile dinliyor. Saçlarından hala su damlacıkları önce omzuna sonra da yere damlamaya devam ediyor.
Müdür birden, iki elinin avuç içlerini birleştirerek masasında önüne eğiliyor ve sessizliğini bozup, neden su torbasını kafasına attığımızı soruyor. Can hala konuşmuyor, Ati'de yeterince konuştuğundan sanki savunma yapmak bana kalmıştı.
Yaramazlık yapmıştık ama terbiyesizlik de yapmış mıydık diye düşünüyorum. Aynı anda düşündüklerimi dile getirmezsem, haklı olduğum zaman savunacağım bir benliğim, hayat denilen yolda tökezleyip düştüğümde tutunabilecek bir inancım olmayacaksa ne için var olacaktım ki?
Voltaire’in “İstemlerimiz” tezi aklıma geliyor. Ona göre, içgüdülerimizde değil, sadece davranışlarımızda özgürüz. İstemlerimiz doğa ile uyumlu egolarımızdan oluşmakta ancak birey olarak her birimiz bu güdülerimizi eyleme dönüştürmek veya dönüştürmemek de özgür olabilirdik. Bir düşüncemizi eyleme geçirme anı ise ancak doğal gücü elimizde tuttuğumuz zamana bağlıydı. Gücü iç dünyamızda hissettiğimiz anda, egolarımıza karşı gelebilecek hiç başka engel kalmamaktaydı.
Bizde artık büyümüş, son sınıf olmuş, üniversite imtihanlarının birinci basamağını geçmiş, bu okuldan ruhen çoktan mezun olmuştuk. Düşüncelerimizde gelecek yaşantılar ve buradan aldıklarımızla oluşturacağımız gelecek hedeflerimiz vardı. Artık biliyorduk ki, "Davranışlarımızı eyleme dönüştürme isteği iç dünyamızın bir sonucuydu. Bundan sorumluyduk ama suçlu değildik..."
Müdüre dönüp;
“Sıcaktı, Monsieur! Okulun bu son günlerinde basket oynarken birbirimizi ıslatarak ferahlamak istedik. Arkadaşımız Can’a su atınca, o da bize çok kızdı. Görüyorsunuz ya iri yarı... Ona bir şey yapacak halimiz yoktu da, o da bize, bizim ona yaptıklarımızı yapmak istedi. Cebinden çıkardığı torbaya suyu doldurup hepimizin üzerine fırlattı. O anda siz oradan geçtiğiniz için su torbası kafanıza düştü.” derken kazık yutmuş gibi avluda, kafasındaki su torbasını alırken dahi surat ifadeleri değişmeyen, ruhu olduğundan hep şüphe duyduğum Papaz olan müdürümüz, o hali tekrar gözlerimin önüne geliyor. Gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Ati'de gülümsemek istiyordu da, suçu Müdüre atmış olmama inanamayıp, “Ha şimdi boku yediniz.” dercesine suratını buruşturuyor.
Can, içeri girdiğimizden bu yana olay şöyle, böyle oldu demedi. Af da dilemedi. İki metreye yaklaşan boyu ile odada bulunan herkese tepeden bakarken hiç istifini bozmuyor. Tavandan sarkan, üzerinde elliden fazla on vatlık mum şeklinde ampul olan avize neredeyse kafasına değecekken, bana destek olmak istercesine dönüp “Oyun alanımızda dolaşan bir Müdürü hiç anlamıyorum.” diyor.
Birden sessizlik kaplıyor odayı. Susup sekiz yılımızı geçirdiğim duvarları dinliyoruz. Koridorlarda fısıltılar yavaş yavaş artıyor. Fısıltılar çoğalınca çarptıkları duvarlara geçip, bahçeye taşıyor. Taşıdıkları yükü taşıyamayan duvarlar bahçeye yıkılıyor, ortadaki ağaçları devirerek yerdeki tozları kaldırıp, çatıya tünemiş birkaç güvercin ile iki martıyı kaçırtıyor. Ortalığı yayılan toz bulutu bulunduğumuz odanın kapalı kapısını altında süzülüp içeriyi kaplıyor. Müdürün ıslak elbiselerinin üzerine yapınca, Müdür, gözlerimin önünde boyacı gibi bembeyaz bir heykele sonra da birden bir yılana dönüşüyor. Birkaç saniye içinde düzelip, her zaman yaptığı gibi ceketinin iç cebinden çıkarttığı sümüklü mendilini burnuna götürüp aksırıyor ve mendili tekrar topak yapı ceketinin iç cebine tıkıştırıyor.
Kapı çalınıyor. Çaycı İsmail girmek istiyor odaya da, Nadia, kapı aralanır aralanmaz, İsmail’e içeri girmeden dışarıya geri dönmesi için ikaz da bulunuyor. İsmail, yirmi yılda buradan geçen öğretmenlerden de öğrencilerden de daha kıdemli olduğundan, Nadia’yı dinlemeyip her öğlen yaptığı gibi tek bir kapı tıklamasının ardından sorgusuz sualsiz, girdiği kapıdan geçip, tepsisindeki kahveyi Müdürün masasına bırakıyor. Geri dönerken üzülmek ile sevinmek arasında sırıtıp, “Hay Allah çocuklar Siz de mi geldiniz bu odaya?” deyip, bu odadan geçen onlarca öğrenciyi anımsayarak suratını buruşturuyor. Dışarı çıkarken sessizce kapıyı kapıyor.
Soğuk bir kış günü sabahı, İsmail sınıfın sobasını geç yaktığından, ısınmamış sınıfta titreyerek dersin başlamasını bekliyorduk. Öğretmen de geç kalınca, bir yandan İsmail’e söylenmiş bir yandan da tüm gün idare etsin diye sobanın arkasına konmuş beş odunun hepsini birden sobaya atmıştık. Sobanın harıl harıl yanması ile de elimizi, önümüzü arkamızı ısıtmıştık.
Ancak odunlar zamanından önce hızlıca yanıp kendilerini tüketince öğlene doğru başka odun alma hakkımızda olmayacağı için donmamak için İsmail’den yalvar yakar aldığımız anahtarı ile odunluğun kilidini gizlice açmış içeriden son derslere kadar bizi ısıtacak üç, beş odun araklamıştık. Tam kapıdan çıkarken de Müdür Muavinine yakalanmıştık. Göz göze gelince kırmızı suratımı fark edip, beyninde benim için ayırdığı not sayfasına ileride unutmamak adına, kırmızı bir çarpı işaretini, elimdeki odunları alıp tüm sınıfın üşütmesine aldırmadan koymuştu. Yetmezmiş gibi bir de bize yardım etti diye İsmail’e verip veriştirmişti.
Müdür muavini, gözlerini bizden sakınarak, müdüre dönüp, “Okuldaki diğer çocuklara örnek teşkil edecek bir karar almalıyız.” diyor. Bu kabul edilemez davranışı bundan sonra kimse yapmamalıymış, bunu tüm öğrencilerin anlaması, hatta evlerinde bunu anlatıp müzakeresini yapmalılarmış.
Müdür, pek de düşünmeden “Tamam” derken insan kılığından kurda dönüşüp karşısında koyun gibi duran bizlere gözlerini dikerek, “Çocuklarım… Bizler sizlerin iyi birer birey olmanız için uğraş veriyoruz. Toplumumuzda belirlenmiş olan kurallar içinde yaşanmasının temellerinin atıldığı, bu okulda eğitim sisteminin sarsılmasına izin veremeyiz.” diyor.
Ben hiç kımıldamadan dururken, Can, durduğu yerden bir adım ilerleyip, Müdürün gözlerinin içine bakarak; “Monsieur! Sistemin sarsılması sistemde yaşayanlarca değil, o sistemi yönetenlerin vereceği kararlar ile dağıtacağı adaletler sonucu devam edebilir veya bozulabilir.” deyince Müdürü bir irkiliyor.
Müdür ne demek istediğini anlamış, içten içe bir haklılık payı da vermişti. Ancak kendisinin bu sistemdeki etkisinin azalmasına göz yumamayacağı için, “Bu ikisine okuldan uzaklaştırma verin. Sürelerini Disiplin Kurulunda değerlendirin.” diyor.
Bu hızlı karar, o parlak köse suratlı Müdürden nasıl çıktı bilemedim. Ati sinirden ellerini ovuşturup, birisini yumruk yapıp, diğerinin avuç içinde şaklatıyor, Nadia'a söylenenleri düşünmeden steno ediyor, Müdür Muavinde, Müdürden duyduğu kararı bizlere bakmadan, emredileni tasdik etmek için yapacaklarını düşünüyor.
Okulun bitmesine, 20 gün vardı. 3 hafta sonra mezun olup gidecek bir daha bu okula gelmeyecektik de birçoğumuzun en az sekiz yılını geçirdiği okuldan ben ve Can disiplin cezası ile uzaklaştırılarak gidecektik.
Müdür muavini dönüp bir şey söylemek isteyip istemediğinizi soruyor. “Aileme, önce ben söylemek istiyorum.” diyorum. Can gene konuşmuyor. Kısa bir sessizliğin ardından Ati, Can’ın kolunu dürtüp itekleyince, hepimiz isteksizce tek sıra halinde odadan çıkıyoruz.
Dışarı çıkar çıkmaz Ati sıkı bir küfür patlatıyor. Can ise “Oyun alanımızda dolaşan bir Müdürü hiç anlamıyorum.” diye hala mırıldanıyor.
Yıllar sonra geri dönüp baktığımda, "Nel mezzo del cammin di nostra vita(4)" diyen Dante'ye inat edercesine daha hayatın başında, hedeflerimize ulaşmak için çekmemiz gereken bu son cezayı benliklerimize kaydederek okuldan mezun olmuştuk.
Notlar:
1- Suçüstü
2- Durun! Yeter ama. Durunuz… Hey sen! Çabuk odama. Hemen!
3- Bizim hiçbir eğitime ihtiyacımız yok, Bizim düşünülen hiçbir kontrole ihtiyacımız yok
4- Hayat yolunun ortasında kendimi karanlık bir ormanda buldum.