
Rüzgârdan savrulan yuvadan düşen bir yumurta yerde kırılıp, raylara akıp gidiyor.
Hangi vagonda olduğunu bilmediğimden, her durumda buradan geçer diye alt geçide inen merdivenlerin başından bekliyordum. Hiç tepki verecek halde değilim. Ne, ne söyleyeceğimi biliyordum, ne de, nasıl davranacağımı…
O da hiç konuşmadan, gülümsemeden, suratını asmadan yaklaşmıştı. On sene önce bir birimizi terk etmiştik. Gerçi o beni değil, ben onu terk etmiştim. Şimdi, o da, ben de yaşadığımız yerden binlerce kilometre uzakta, anı planlayarak buluşmuştuk. Şimdi ikimizde, gizli gizli seviştiğimiz gecelerdeki gibi çıplak, çevremizin giydirdiği kıyafetlerden yoksun olarak kucaklaştık.
Düşen yuvanın dağılıp gitmesine ve yumurtanın kırılmış olmasını görmediğine seviniyorum.
Eski kokusunu hatırlamıyorum ama şimdiki çiçek kokulu parfümünden etkilenince birlikte olacağımız bugünün ardından, geleceğimizin olup olmayacağını düşünmeden beline sarılıyorum. O da hiç çekinmeden boynuma sarılıyor.
Ufacık bir sinek elime konuyor ve beni korkutuyor. Elimden, vücudumu yayılıp benliğimi saracağını zannettim bu dış dünya korkusunu alel acele def ediyorum.
O ise muzip, ancak beynimde sadece yüzü canlanacak kadar sessiz, biraz da yılların intikamını almak istercesine sakin sakin kulak memelerimi öperken, “Neden gittin? Neden birlikte bir hayat geçirmedik?” diye soruyor.
Artık büyüdüm! Kadınları anlayamasam da bazen yapacaklarını önceden sezebiliyordum. Her türlü gelişmişliğimle rağmen bunun bana sağladığı yarar sadece “Biliyor olmaktı.”’dan ileri gitmiyordu. Maalesef bu bilgelik, kalkanlarımı kaldırmama fırsat dahi vermiyordu. Zaten artık korunmak da istemiyor, kırılmayı, üzülmeyi; duygusuz geçen günlere yeğliyordum. Bu farkındalığım, herhangi bir kadına duyduğum sevgiyi azaltmıyor ya da çoğalmıyordu.
Sorularının birincisini es geçip, ikincisine cevap vermeyi yeğliyorum. “O zamanlar küçüktüm… Bir kadının yönetiminden, başka bir kadının yönetimine geçmenin ne anlamı vardı ki?” diye bu sefer ben, muzip muzip gülümseyerek mırıldanıyorum.
Sanki farklı şeyler düşünüp farklı bir benlik haritası sunacakmışım gibi gözüm yanımdan geçen zenciye kayıyor. Acaba zencinin de, durup dururken terk ettiği bir sevgilisi olmuş mudur? diye sordum da, “Yok canım olmamıştır… Zenciler yapmaz öyle şeyleri. Onlar anlık mutlu olurlar, anlık kızarlar.” diyerek, iç sesimle kendime cevap veriyorum.
Benim zenci adama baktığımı görünce gözlerini kocaman açıp, bir şey anımsamış da şaşırmış gibi suratıma bakmaya devam ediyor. Yıllar önce, başka birkaç arkadaşımız ile birlikte sabaha kadar dans ettiğimiz bir Jazz barda, bana takılan zenci bir kıza hiç aldırış etmemiş onun da, benim de, anı yaşamamızı izlemişti. Kıskanmış mıydı, bilemiyorum da, sadece bir ara kulağıma eğilip, “Bu kız seni götürecek dikkatli ol” demişti. Hani benimle dalga geçer gibi, hani sevgisini göstermek, beni kendisine çekmek yerine “Tercihleri yapacak kadar büyüdün!” deyip, cevabımı dahi beklemeden çalan müziğe kendini kaptırıp dans etmişti.
Kadınların, beni benden iyi tanıdıkları anlardan birisiydi işte o an. Benim ne istediğimi bilen kadınlardan yoruldum artık. Beni çözmüş olan kadınlara bağlanamıyor, kendimi veremiyordum. Sevginin gizemi kalmıyor, bir birimize tutunmak için bir sebep olmuyordu. Merak uyandırmadığım sürece, merak etmediğim sürece bir anlamsızlık içinde süren birliktelikler sevgiyi doyurmuyor, arzuyu yaratmıyordu. Bilinirlikler içinde geçen zamanları yaşamaktan yorulmuştum. Artık böyle anlar beni huzursuz etmiyor, sadece ruhsuzlaşarak bu hayatta vakit geçirmeme neden oluyordu.
Onu terk ettikten bir süre sonra çatırdamakta olan evliliğim de bitmişti. Beline sarılı halde birinci sorusuna “Yıkılan bir yuvanın sorumlusu olmadan ayrı ayrı geçirdiğimiz yıllar, nedeni olmadığın dertleri sırtlanarak geçireceğimiz yıllara değerdir!” diyorum.
Gülümsüyor. “Bana sormadın, belki yeğleyebilirdim.” diyor.
Zenciden gözümü uzaklaştırıp ona gülümseyerek “Şimdi, başka kadınların beni yönetmesine de izin verebiliyorum.” deyip tekrar beline sıkı sıkı sarılıyorum.
(Aralık 2015)