Un chien Andalou / by
Luis Buñuel
Filmin ismi, hani Endülüs'lü, hani
İspanya'da geçiyor ya, Endülüs köpeği de bunlardan birincisidir diyerek oturdum ekran
karşısına.
Film 16 dakikalık,
deneysel sinemanın bir ürünü olması bakımından önemli, sesiz sinemanın siyah
beyaz sürrealist bir filmi.
İşin içine İspanyol
ressam Salvador Dali girince, gerçek olmayan gerçekleri yansıtacağını daha
baştan biraz kabul etmiştim de acaba bu sefer ne çıkacak diyerek merakla
koltuğuma yaslanmıştım.
Filmin ilk
senaryosunu İspanyol yazar ve film yönetmeni Luis Buñuel tarafından
yazılmış olsa da Dali’ye gelip böyle bir fil yapalım mı deyince, Salvador
Dali senaryoyu kendisine göre hani o çok bildiğimiz resimlerine temel olan
rüyalarından esinlenerek yeniden düzenleyip Buñuel’e verir. İkisi, o
zaman kadar çekilmemiş sürrealist bir film yapma kararında anlaşırlar.
Film bu iki sanatçının
gördükleri bazı rüyaları birbirlerine anlatmaları ile film daha da bir özellik
kazanır ve alışılmışın dışında bir senaryoyu birlikte ortaya koyarlar.
Koltuklarının
altına senaryoyu alan Buñuel ve Dali, 1928 yılında soluğu
Fransa'da alırlar ve bir yıllık bir hazırlığın ardında filmi 1929 yılında çok kısıtlı
bir bütçe ile Paris'te çekerler. Hatta o kadar kısıtlı bir bütçe ki, son sahnesinde
kumlara gömülü insanlar üzerinde uçuşan sinekler sahnesini tamamlayamadan filmin
çekimi biter.
Kısa metrajlı bu
film dünyada en çok seyredilen film olma özelliği taşıdığı gibi, sinemaya,
sanata bulaşmış her birey bu filmi tekrar tekrar seyreder.
Sadece sanatçılar
değil, halkta tekrar tekrar seyrettiği yetmezmiş gibi birçok kişi tanıdıklarına
tavsiye edip “Git bakalım. Bu filmden ne anlayacaksan anla da bana da anlat.”
der.
Hatta Paris’te
ardışık seanslara bilet alıp filmi anlamak için üstü üste seyredenlere bile
rastlandığı söylenmektedir…
Bu filmin tanıtırken
adları filmin sansasyonel yapısının ardında kalsa da film yıldızları Simone
Mareuil ve Pierre Batcheff adlarını
anmadan geçmeyelim.
Film başladığı
anda, daha ilk sahnesinde bizi oturduğumuz koltuğa mıhlar ve on altı dakika
boyunca yerimizden kıpırdamadan, gözümüzü kırpmadan seyretmemizi ister.
Anlaşılmak ister.
Yaşananlara anlam katmamızı ister.
Ama nafile…
Zira filme,
yaşadığımız bu dünyayı gördüğümüz gözlerimiz ile izlemememiz gerektiğini daha
ilk sahnede, bir bulutun Ay’ı kesmesi ile ilişkilendirilmiş, bir adamın bilediği
ustura ile bir kadının gözünü ikiye ayıran sahne ile başlar. Ve ardı ardına hiç
ara vermeden birçok sürrealist gösterimleri peşi sıra sıralar.
Sadece iki
oyuncunun aynı kalıp hiçbir sahnenin bir biri ile o bildik gözümüzle ve çevremizi
tanıdığımız
kalbimizle anlayamayacağımız sahneler yaşanır.
Avcun içinde dolaşan
karıncalar, kesik bir elin sevgiyle kucaklanması, ölü eşeği çeken bir adamın terleri,
sevgilisini öpen kadının arsızlığı, tecavüze uğramış bir kadının yok oluşu, geleceği
taahhüt altına alan bir adamın yıkılışı gibi bilinçaltımızdan, bilinç dışımızdan
gelen uyarılara göre çekilmiş, bilincimiz ile mantıksal bir açıklama
yapamadığımız sahneleri mevcuttur.
Bana biraz da Albert Camus’un Yabancı adlı eserini
anımsattı.

Her an yaşadığımız
anı geçmişimiz ile özdeşleştirmek için çırpınırken ya da geleceğimize anlam
katmak adına planlar yaparken her gün daha da yok olduğumuz bu dünyada
yaşadıklarımızın anlamsızlığını ve bağlantısızlığını kavradığımız anda, ancak biz, “BİZ”
olabildiğimizi gösteren bir film
Kısacası;
Biz’i bize, bizim
bilmediğimiz bizlerimiz ile hissettiren bir film.
Anlamsız yani, aynı
BİZ
gibi…
Filmin_tamamı: https://www.youtube.com/watch?v=_iLDtD-wr7Q